Bugun...


Temel Demirer

facebook-paylas
24 Haziran Seçim(ler)i Ve Tavır(ımız)-3
Tarih: 20-06-2018 23:58:00 Güncelleme: 04-04-2019 16:14:00


(HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli’nin, “İkinci turda sandığa gitmemek, boykot seçeneğine başvurmak güçlü adayın lehine olacağı için HDP kendi seçmenini böylesi bir tercihe zorlamayacak”;[139] veya HDP Diyarbakır Milletvekili Ziya Pir’in, “Cumhurbaşkanlığı seçiminde, ikinci tura kalınması hâlinde, Erdoğan ile yarışacak adayı ilkelerini kabul etmesi durumunda destekleyebilecekleri”[140] tutumu gibi!)

Öte tandan Diyarbakır mitinginde çözüm sözü veren Muharrem İnce’nin, “Adını koyalım: Kürt sorunu” vurgusu ve “Bir: Kürtler onore edilmek istiyor. Bunu yapacağız. İki: Gizli kapaklı görüşme yok. Çözüm yeri TBMM’dir. Üç: TRT’nin kanallarından birini bu işe ayıracağım,” formülasyonuyla sorunu çözmek istediğini açıklaması[141] kimilerini bir hayli “heyecanlandırıp”; “Kürt sorunun çözümüne dair söyledikleri ve Demirtaş’ı ziyaretinin alkış aldığı İnce’ye Diyarbakırlıların göz kırptığını rahatlıkla diyebiliriz,”[142] dedirtirken; en önemlisi de Sezai Temelli’nin, ikinci tur seçimler için muhalefetin ortak hareket etmesinin mümkün olduğu vurgusuyla, “Bir protokole ihtiyaç var. Teferruatta boğulmaya gerek yok. Ya Erdoğan rejimi ya demokrasi… Hem biz hem de diğer muhalefet ‘Tek adamdan ülke kurtulsun’ diyor. Burada bir oydaşma gerçekleşmiş. 25 Haziran’dan sonra kalan aday üzerinde ortaklaşmayı sağlamamız lazım. Demirtaş’ın programı da HDP’nin programı da bir geçiş programıdır. Geçiş dönemi yerel demokrasiyle güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönmektir. Bu konuda ortaklaşma sağlanıyorsa ikinci turda kaygılanmayı gerektirecek bir şey yoktur,”[143] demesiyse, şimdiden CHP’ye “göz kırpılması” gibi bir şeydir!

Hem de HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’ın, “En ilkeli ittifak Kürtlerin kendi öz ittifakıdır. Kürtleri muhatap olarak kabul etmeyenler şunu bir kez daha görsün ki Kürt halkı yalnız değildir, birlik ve beraberliğini oluşturmuştur. İşte bugün Amed bunun ispatıdır”;[144] HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen’in, “CHP, İYİ Parti, SP ve DP’nin bir araya gelmesi ve HDP’nin dışlanması rot balans sistemi bozuk ve sağa çeken bir ittifaktır. HDP, ikinci turda ‘Kürt söylemi’ne göre rota belirleyecek”;[145] “HDP, seçimlere yönelik yol haritasında AKP ve MHP’nin muhalefete dayattığı ittifak anlayışı yerine, toplumsal muhalefetin ortak zeminde bir araya gelmesini önceleyen bir anlayışla hareket etme kararı aldı,”[146] açıklamaları ortadayken!

Konuyla ilinti olarak Oğuzhan Müftüoğlu’nun, “Çare CHP ve HDP dışında kalan, onların kapsayamadığı geniş toplumsal muhalefetin birleşik gücünde, bu gücün bir alternatif toplumsal-siyasal güç olarak örgütlenerek kendisini ortaya koymasında… Böyle devrimci bir muhalefet hareketinin temel gündemi de, öyle bütün meseleyi Erdoğan’ın nasıl olursa olsun gitmesi, yolsuzluk vb. konularda değil, yoksul emekçi halkın doğrudan yaşadığı, hayatına değen, canını yakan gerçek sorunlarda yoğunlaşmalı, kendi alternatifini de orada kurmalı,”[147] önerisi politik bir karşılık bul(a)mamışken; Metin Çulhaoğlu’nun, “… ‘Türkiye solu’ kavramıyla HDP/HDK oluşumlarının ve CHP’nin dışındaki solcuları, sosyalistleri kastettiğimizi hemen belirtelim… Türkiye solu, HDP ve CHP’deki gelişmelere kendi yükünü hafifletecek, önünde kapalı gördüğü kapıları açacak bir tür ‘bedava donanım’ beklentisiyle yaklaşmaktan vazgeçmelidir,”[148] uyarısı hâlâ tüm güncelliğiyle değerini korumaktadır!

Hatta bugün Metin Çulhaoğlu’nun bir yoldaşı, “TİP adına HDP’den adayım” diyen Barış Atay’ın, “Toplumun farklı farklı kesimlerinden temsil kabiliyeti olan bir parti olmasının getirdiği o enerji bizlerin onlarla ittifak kurmasını kolaylaştırdı. Türkiye’de gerici bir düzen olduğundan bahsettik. Görünen o ki diğer partilerin bu gerici düzeni kırmak gibi bir derdi yok. O açıdan Türkiye İşçi Partisi kadroları olarak ittifak yapmamız gereken partinin HDP olduğuna karar verdik… Süreç, HDP’nin üzerindeki bu baskı ve TİP’in işçi sınıfı hareketleriyle, sınıf mücadelesiyle ilgili tavrı ortaklaşmayı, faşizme karşı beraber mücadeleyi gerektirdi,”[149] dese de… Her neyse!

 

VI.1.1) DESTEK(Çİ)LER

 

HDP ittifakında; Demokratik Bölgeler Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Devrimci Parti, Sosyalist Yeniden Kurtuluş Partisi, Yeşil ve Sol Gelecek Partisi, Türkiye İşçi Partisi, Sosyalist Dayanışma Platformu, Kaldıraç, Bir Adım Daha İnisiyatifi, Emek ve Özgürlük Cephesi, KÖZ, Toplumsal Özgürlük ve Partizan vardı.

İlaveten Emek Partisi, Emekçi Hareket Partisi ve Halkevleri, Sosyalist Meclisler Federasyonu, Sosyalist İşçi vb’leri gibi solda yer alan parti ve hareketler de HDP ittifakı içerisinde yer alacaklarını veya HDP’yi destekleyeceklerini duyurdular.

Ayrıca Avrupa’da örgütlü bulunan ve oradaki toplumsal yapıların temsilcileri olan 52 Dernek de HDP ittifakını destekleyeceklerini deklare ettiler. 12 Avrupa ülkesinde örgütlü Avrupa Alevî Birlikleri Konfederasyonu, HDP’yi destekleyeceğini belirtti.

Ancak bunca sosyalist, devrimci, vb. örgüt, HDP’nin seçim bildirgesine ve söylemlerine “sosyalist”, vaz geçtik CHP’yi aşan emek-eksenli bir ton katmayı başaramadı…

Hâl böyle olunca, HDP ile “ittifak”, nihai kertede bir “iltihak”a dönüşen “radikal demokrasi” destekçiliğinden öte bir anlam ifade etmezken; bu alandaki tutumlar da farklılık arz etmiyor değil.

Mesela HDP listelerinde adayı bulunmayan EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan, 24 Haziran bir rejim değişikliği, ‘tek adam tek parti yönetimi’nin tesisi, güçlendirilmesi açısından kritik bir eşik. Bu gidişin durdurulması için de HDP’nin barajı aşmasının önemli olduğunu düşünüyoruz;”[150] ‘Kaldıraç’ yazarı Deniz Adalı, “24 Haziran seçimleri, direnişi örgütlemek, yaymak için bir fırsata çevrilmelidir,”[151] diyor.

Bunlar, eleştiriden vaz geçmeyen, ihtiyat kayıtlı yanaşımlar. Tıpkı ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş’ın, “Solculara kime oy vereceğini reçete ile sunmaya gerek yok… AKP-MHP bloğunda kurtulmak isteyen milyonlarla duygu bağı kuramayan bir solculuk anlayışı olamaz,”[152] diyerek pozisyonlarını ifade edip; CHP’den milletvekili adayı olacağına ilişkin iddialar konusunda Twitter hesabından paylaştığı mesajda “Birçok dost, yurttaş vekil olmamı çok istedi. Onları üzdüm, beni bağışlasınlar. Bazıları ise ‘bir vekil adayı olsun da çakalım’ beklentisindeydi onları da bir kez daha hayal kırıklığına uğrattım. ‘Taş yerinde ağırdır’. Parlamentoya değil, parlamento dışı muhalefete adayım,”[153] vurgusuyla, “HDP’nin sıfır barajın dışında bırakıldığı yerde benim milletvekili adaylığım söz konusu olmaz, bize yakışmaz. Demirtaş özgür bırakılsın. Biz sosyalistiz, birarada yaşamı savunuyoruz. Biz siyasetçi değiliz, devrimciyiz,” diye haykırması gibi…

Öte yandan ‘Halkın Günlüğü’nün, “Somut seçimler taktiğimizde dikkate almamız gereken ya da tavrımızı belirtirken göz ardı etmemiz gereken bir diğer husus da sosyalist ve demokratik cephenin ortak hareketine dönük kaygının taşınmasıdır. ‘Ben bilirim, doğru benim darlığıyla siyaset yapılamayacağı aşikârdır. Doğrunun kendisi dışındaki doğrularla birleşme ihtiyacı vardır,”[154] tespitlerini ‘Sosyalist Meclisler Federasyonu’ (SMF) açıklaması da şöyle “gerekçe”lendiriyor:

“Mevcut düzende seçimlerin, hiçbir şartta sistemi değiştirmenin temel aracı, stratejik bir mücadele biçimi olamayacağı ve böyle ele alınamayacağı açıktır. Yine bu seçimlerin demokratik, adil, eşit ve bağımsız olamayacağı da açıktır… İlkesel olarak, seçimlerden beklentimiz veya seçimlerdeki hedefimiz parlamentonun bir kürsü olarak kullanılmasından ileri gitmez.

Parlamento ile Cumhurbaşkanlığı seçimleri arasında fark vardır. Dolayısıyla parlamento ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin taktik siyaset ve tavrımız özgün şartlar itibarıyla son tahlilde benzer olsa da anlayış ve içerik açısından iki seçime dönük değerlendirmemiz esasta farklıdır… Seçimlere girme şartı taşıyan siyasi partiler de dikkate alındığında, bu zeminde gerçekleşmesi esas olan ittifak HDP ile ittifaktır. İttifak anlayışı ve ilkelerimiz önceki seçimlerde geçerli olduğu biçimiyle devam etmektedir…

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine girme taktiğimizin tek sebebi Kürt ulusuna dönük görev ve sorumluluklarımız ya da buradaki sınıfsal tutum ve tavrımız değildir elbette. Bu meselenin bir yanıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine girmemizi gerektiren esas neden özgün şartlar veya özgünlükler dediğimiz realitedir.”[155]

SMF’nin, “esas olan ittifak HDP ile ittifaktır” saptaması, yanlış bir mutlaklaştırmadır; sosyalistler için esas olan sosyalistlerle ittifaktır; bu anlayış temelinde, emek eksenli demokratik-özgürlükçü zeminde HDP’yle de elbette ittifak yapılabilir; yapılmalıdır da!

Emekçi Hareket Partisi’nin, “Hayır”ın tüm kesimlerinin sandığa en fazla katılımla gitmesini sağlayabilecek genişlik gereğine dikkat çektiği[156] ittifak konusunda Halkevleri açıklaması 24 Haziran’da HDP’yi destekleyeceklerini duyurup, “Sorun Erdoğan-AKP iktidarında, çözüm soldadır. Bugün ülkenin yaşadığı toplumsal, politik, ekonomik yıkıma çözüm, ne bu yıkımın 16 yıllık sorumlusu Erdoğan-AKP iktidarı, ne de sağ ‘alternatifleri’dir. Çözüm, yıkımın temelini oluşturan neo-liberal programa, emperyalizm işbirlikçiliğine, siyasal İslâmcılığa, kadın düşmanlığına, şovenizme ve Kürt sorununda çözümsüzlük politikasına esastan itirazı olan bir seçenektedir, soldadır,”[157] demesine diyor da “neo-liberal programa, emperyalizm işbirlikçiliğine, siyasal İslâmcılığa” itiraz edip, “Hayır” diyen program nerede acaba?

Yeri geldi üstü örtük aktaralım: HDP Diyarbakır listesindeki gayri-Müslim bir milletvekili adayının, bir televizyon programında önüne konulan suyu -Ramazan nedeniyle- kaldırttığından haberiniz var mı?

“İyi de farklı, doğru tutumlar yok mu?” Elbette var…

Örneğin “Bu süreçte bizler doğrudan bir adaya işaret etmesek de parlamento seçimlerinde HDP’nin baraj altında kalmasının AKP’ye/Erdoğan’a nasıl yarayacağının bilincindeyiz. Böyle bir olasılık, başkanlığı kaybetse dahi AKP’ye Meclis’te önemli bir çoğunluk kazandırabilir. Bu nedenle, bu riskin bilincinde olan seçmenin (HDP’nin programına, muhtemel politikalarına ve ittifak anlayışına yönelik eleştiriler saklı kalmak kaydıyla) sandık aritmetiğini dikkate alarak hareket etmesinin doğru ve gerekli olduğunu düşünüyoruz,” vurgusuyla ‘Devrimci Hareket’in, 24 Haziran seçimlerine ilişkin açıklamasında, “İşte bizler bugünden başlayarak, süreci “üretenlerin yöneteceği bir gelecek” öngörüsüyle örgütleyecek, sandığa da sokağa da kavganın muhtemel tüm gereklerine de hazır olacağız,” denilmesi gibi…[158]

Veya ‘Alınteri’nin, “Her ne kadar toplumun beklentilerine yanıt oluşturamamak, parlamentarizm tutsağına dönüşmek ve güvensizlik ile eleştirse de hâlen Kürt halkının yasal temsilcisi olması nedeniyle 24 Haziran’da HDP ve Demirtaş’ı destekleyecekleri”ni duyurması gibi…[159]

Ya da SEP’in, 24 Haziran’da sosyalistlerin ortak bir aday çıkaramamasını eleştirip, “Mevcut gerçeklik ve şartlar dahilinde emekçileri ve gençliği HDP’ye eleştirel ve stratejik destek vermeye” çağırması ve bu çağrıda devrimci sosyalistlerin HDP’ye yönelik baskılara karşı çıkması gerektiği gibi, HDP’nin siyasi yörüngesinde olmaması gerektiğini de kaydetmesi gibi…[160]

 

VI.1.2) BOYKOT(ÇULAR)

 

“Boykot Seçeneği”nin, parlamenteristlerin, liberallerin bir nefret nesnesine dönüştürüldüğü coğrafyamızda, sıçrama(lar) gerçeğine ve Amedeo Bodriga’nın, “Marksizme göre, tarihte statik ve dereceli ilerlemeler yoktur, (her şeyden önce üretici güçlerin olanakları konusunda yoktur), aksine, tüm ekonomik toplumsal yapıyı derinden ve temelinden sarsan, zaman olarak birbirlerinden uzakta olan bir dize ilerlemeler vardır. Bunlar çok uzun zaman süreçlerinde değişmeden kaldıktan sonra, kısa zamanda her şeyin değiştiği gerçek çöküşler, facialar veya ani krizlerdir. Tıpkı fiziksel dünyada, uzaydaki yıldızlarda, jeolojide ve hatta canlı organizmaların toplumsal tarihinde olduğu gibi,” tarifine sırt dönenler (veya çubuğu tersine bükenler) boykot konusunda ahkâm kesseler de, sosyalistler için boykotun ne demek olduğundan bihaberdirler.

“Nasıl” mı? Anımsatayım!

Mesela kimsenin, “Sosyalist düzeni kurduklarında hiçbir sorun kalmayacakmış. Kürtler bekleyecekmiş, sosyalizm geldiğinde onların sorunu da bitecekmiş… Kim getirecekmiş sosyalizmi… O bir devrimciymiş! O bir sosyalistmiş, hatta sosyalist ne demek, o bir Marksist ve komünistmiş. O yüzden o bu seçimde oy vermeyecekmiş. Oy kullanmak da ne demekmiş. Parlamenter sistem düzenin bir dalaveresiymiş,”[161] abartısındaki karikatürize “iddia”lara sahip olmadığı; ancak burada Ahmet Nesin’in anlayamadığının da, sürdürülemez kapitalizm koşullarında oy kullanmanın “parlamenter düzen”in bir dalaveresi, manipülasyonu olduğu; ve “Devrimin Güncelliği” ilkesine sırt dönmeyenler için çözüm(süzlük)ün “seçimler”den değil; “Tek Yol Devrim” hakikâtinden geçtiğidir…

Bilgisi olmayanlar için de V. İ. Lenin’den aktaralım:[162] “Aktif Duma boykotu ne demektir? Boykot, seçimlere katılmayı reddetmek demektir. Biz ne Duma’ya girecek temsilcileri, ne ikinci seçmenleri ve ne de vekilleri seçmek istiyoruz. Aktif boykot sadece seçimlerden uzak durmak anlamına gelmez, aynı zamanda seçim toplantılarından sosyal-demokrat ajitasyon ve örgütlenme için en geniş biçimde yararlanmak demektir. Toplantılardan yararlanmak ise, gerek legal (seçmen listelerine kaydolarak), gerekse illegal biçimde bu toplantılara girerek sosyalistlerin tüm programını ve bütün görüşlerini açıklamak, bu Duma’nın tüm yalancılığını ve sahtekârlığını göstermek ve kurucu meclis için mücadeleye çağırmak demektir.”[163]

Evet, 24 Haziran’da “Boykot” koşulları oluş(turula)madığı aşikârken;[164] “Bireysel ya da grupsal anlamda ilan edilecek boykot tavrı (tıpkı 2010 referandumundaki boykotun sonucundaki gibi) Erdoğan’a destek olmaktan başka bir sonuç vermeyecektir,”[165] diyen Önder İşleyen, yığınsal olsaydı; bu şaibeli ve adil olmayan seçimlere “Evet” demeyip; “Boykot” seçeneğine kafa yorar mıydı acaba?

Öte yandan, “Seçilebilecek alternatif şart. Buna burun kıvırmak ise sola değil, gerici tavra hizmet olur. Oy kullanmayan hiç yakınmasın: ‘Ya hep ya hiç,’ hiçe varır,”[166] diyen pragmatizme gelince, itiraz ettiğimiz tam da bu ortalamacılık yani “statik ve dereceli ilerlemeler” yanılgısıdır.

Kaldı ki AKP-MHP ittifakının evlilik cüzdanı olan 26 maddelik yasa teklifinin alelacele onaylanmasıyla, seçim güvenliği ve adaletinin ne denli “yakıcı” bir mesele olduğu bir kez daha ortaya çıktığı coğrafyamızda; tarihinin en şaibeli seçimini gerçekleştirilmek istendiği açık değil mi?

Böyle bir ortamda boykot tartışmasının alevlenmesi sürpriz ve lüks sayılamamalıydı. Elbette boykota yüklenen anlamlar birbirinden epey farklı. Örneğin sandık boykotu ancak geniş kitleleri bir kurucu amaç etrafında politikleştirdiğinde, muhalefet için anlamlı bir sonuç doğuracağı düşünüldüğünde başvurulacak bir yöntemdir. Her an el altında tutulmalı ve “lanetlenmemeli”dir.

Yani sosyalistler ve muhalefet için boykot çağrılarının yol açıcı olabileceği unutmadan; boykotun feragat edilmesi mümkün olmayan siyasi tutum olduğunun altı çizilmelidir. Bu nedenlerden ötürü, boykotun kestirme bir tavırla elinin tersiyle itilmesi yanlıştır. Çünkü kapitalist rejimlerin, öyle ya da böyle kendilerini sandık üzerinden meşrulaştırmaya, seçimle iktidara geldiklerini göstermeye mecburiyet hâlinin, devasa bir manipülasyona ve iktidarın “-mış gibi” yalanı olduğu açıktır.

Hem bu konuda tek söz söyleyenler sosyalistler falan da değildir.

Örneğin CHP listelerinden yer bulamayan İlhan Cihaner de, “Tüm bunlardan Meclis’in artık bir demokrasi kozmetiği olarak kaldığı ve yanlış bir meşruiyet ürettiğini görmek gerekir. Öteden beri savunduğum aktif boykot gibi tutumlar tartışılmalı.”[167] “Muhalefet mensubu milletvekiliyseniz, o yasayı engellemek üzere oy kullanan birer sayıdan ibaretsiniz. Yani milletvekilleri fonksiyonsuz, birer sayıdan ibaret. O yüzden ben başından itibaren parlamentonun aktif boykotundan yanayım. Parlamentonun üç temel fonksiyonunun üçü de sıfırlanmış durumda.”[168]

İsterseniz, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’dan satırlarla devam edelim:

“Anayasayı rafa kaldırmışlar. Bu ne demek aynı zamanda? Parlamentoyu devre dışı bıraktım demek. Parlamento uyusun ve büyüsün, ben Kanun Hükmünde Kararnamelerle -ki eskiden bunun adı sıkıyönetim bildirileriydi- bununla Türkiye’yi idare ederim.”[169]

“Bugün 21 Ocak 2017. Demokrasi tarihimiz açısından önemli bir tarih. Bu tarih parlamentonun kendi yetkilerini devretme tarihidir. Bu tarihi bizim milli Kurtuluş Savaşı açısından da büyük önemi vardır. Bu tarih aynı zamanda bir parlamentonun kendi tarihine ihanet tarihidir… Evet kendi tarihine ihanet tarihidir. Kendi yetkilerini devretme iradesini gösterdiği tarihtir. Saraydan alınıp millete verilen yetki bu değişiklikle tekrar milletten alınıp saraya veriliyor. Geldiğimiz nokta kocaman bir U dönüşüdür.”[170]

“TBMM’nin yetkileri devrediliyor. Kime? Bir kişiye devrediliyor. Havuz akademisyenleri çıkıyor televizyonlara ‘Meclis’in yetkisi arttı’ diyorlar, onlar da okumadan konuşuyorlar, onlar da başka bir yerde besleniyorlar, onlar da kalemlerini sattılar, ahlâklarını sattılar. Bunlar da havuz medyasının ayrılmaz bir parçası, eski hukuk deyimiyle ‘Mütemmim cüzleri’ oldular.”[171]

“Değerli arkadaşlarım, açık ve net olarak Hitler’in Almanya’sında ne varsa XXI. Yüzyıl’ın Türkiye’sinde aynı şeyler yapılıyor, değişen hiçbir şey yok. Hitler Almanya’sının dünyaya maliyetini herkes bilsin. Eğer bu tablo biraz daha ilerlerse bunun sadece Türkiye’ye değil, Orta Doğu’ya ve dünyaya maliyeti olacaktır. Değerli arkadaşlarım, her şeyi baskılıyorsunuz, her şeye baskı uyguluyorsunuz düşünmek neredeyse yasaklanacak, konuşmak zaten yasak, böyle bir demokrasi olabilir mi?”[172]

Daha birçok çarpıcı örnek bulmak mümkünken; biz 50, siz 100 kez deyin, “Demokrasinin ve parlamentonun rafa kaldırılışı, yargı bağımsızlığının kalmayışı, adaletin çürüyüşü, medya özgürlüğünün yok edilişi”nden söz edilen bir coğrafyada boykot niye tartışılmasın; boykot diyenler niye (karikatürize edilerek!) azarlansın; aslında garip olan bu değil mi!?Yarın, öbür gün, hile-hurda ve/veya zorbalıkla AKP parlamentoda çoğunluğu ele geçirir, RTE de başkan seçilirse (ki bu ihtimal var), şaibeli seçimleri kapsamlı bir boykotla boşa düşürmemiş olmak, herkesin pişmanlığı olmasın?

Parantezi kapatmadan HDP ile devam edelim:

Bir habere göre, “Muhalefet partilerinin sıfır baraj ittifakı kapsamında bir araya gelmesi ve kendilerinin bu ittifakın dışında bırakılması durumunda HDP’de Cumhurbaşkanlığı seçiminin olası ikinci turunu boykot edilebileceği dillendiriliyor. Kulislerde, muhalefet partilerinin yüzde 10 barajının sıfırlanması konusunda bile bir araya gelemediği bir durumda “Türkiye’yi birlikte yönetme” vaadinin anlamsız olacağı ve HDP dışlanırken, tabanın yönlendirilemeyeceği ifade ediliyor. Böyle bir durumda, özellikle Kürt seçmenin politik bir duruşla ikinci turda sandığa gitmeyeceği ve doğal bir boykotun yaşanabileceği, HDP’nin dışlanmasının seçmende muhalefetin iktidardan farksız olduğu izlenimini kuvvetlendireceği konuşuluyor”du.[173]

Yalanlanmayan bu haberi “HDP, diğer muhalefet partilerince ‘sıfır baraj ittifakı’nın dışında bırakılması durumunda cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunu boykot edebilir,”[174] ve benzerleri takip etti.

VII. AYRIM: HDP FASLI

Doğu Perinçek şövenizminin dört yanı kuşattığı[175] coğrafyamızda HDP’nin, Altan Tan vari ihanetlere[176] ve göğüslediği baskıya; ya da HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen’in, “Seçim kampanyası tıpkı geçtiğimiz aylarda Afrin’e yönelik politikada olduğu gibi OHAL’le birlikte savaş psikoloji içinde geçecek,”[177] tanımlamasındaki üzere türlü belalara, ateşe rağmen ayakta kalması takdire şayandır…

HDP’li Serpil Kemalbay’ın, ikinci turda Erdoğan’la uzlaşacakları iddiasını kara propaganda olarak nitelendirip, “Demirtaş’ın ‘Onu başkan yaptırmayacağız’ sözü hâlâ geçerli. HDP tek adam rejimine geçit vermeyecek,” deyip;[178] HDP Grup Başkanvekili Filiz Kerestecioğlu’nun da, “Erdoğan’a asla oy vermeyeceğiz,”[179] diye eklemesi de öyle…

Özetle HDP konusunda “Sezar’ın hakkını Sezar’a” verip; “HDP, ezilenlerin birleşik cephesidir, faşizme karşı demokrasi mücadelesi veren toplumsal ve siyasal güçlerin koalisyonudur, programı tümüyle soldur, sosyalizme de açıktır. HDP işçi sınıfı ve ezilenlerin Meclis’teki siyasal temsilcisidir,”[180] tespitini paylaşmadığımız belirterek ekleyelim: Bizim anladığımız sosyalizm, kapitalizme ve emperyalizme karşı net bir duruş ve meydan okumadır!

En önemlisi de Ahmet Tulgar’ın, “Sol ile Muhafazakârlığın Ortak Dilde Buluşması” türünden formüle ettiği yanılgıya, tuzağa düşmemesidir.

Bakın Muharem İnce’ye, “Her biri ayrı telden çalan ‘toplumsal kuantum topları’nı düşürmeden çeviren usta”[181] sıfatını layık gören ‘Birikim Dergisi’ zat-ı muhteremi HDP konusunda da ne diyor:

“Kürt siyasetinde 24 Haziran seçimleri öncesinde de ana damar ya da ana akım olmayı sürdüren HDP çizgisi; kökleri mümkün mertebe en geride bir noktaya kadar takip edildiğinde de, bugünkü bileşkesine bakıldığında da Türkiye sosyalist hareketi ile organik bağlantıları olan, hatta hiç iddialı gelmesin ki, bir sosyalist harekettir. Parti ideolojisinin kavramsal yapısı modern bir sol hareketin bütün öğelerini içermekte, dünyadaki yeni sol dalganın pratiklerini bünyesinde uygulamaktadır.

Fakat bir yandan da dev ve son derece mobilize bir kitlesi olan bir parti HDP. Her ne kadar emekçi ve yoksul kitleleri belkemiğini oluşturuyor olsa da Kürt toplumun kılcal damarlarına kadar sirayet etmiş, bütün toplumsal sınıfları ve inanç ve mezhep gruplarını dikey ve yatay olarak kesen bir hareket bu. Özellikle ‘bir hayat kazandırdığı’ kadınlar ve ‘bir gelecek kazandırdığı’ gençler HDP’nin en dinamik kesimleri durumunda. Ancak kitlesel olduğu ölçüde de heterojen bir taban bu.

Ve dolayısıyla da Kürt nüfusun muhafazakâr-mütedeyyin kitlelerinden önemli geçişler oldu HDP ve onun öncülü partilere. Ve bu partilerde hiçbir ayrımcılığa uğramayan, HDP’de ise artık önemli bir bileşen olan dindarlar, hızla kurumsallaşıp HDP ekseninde sivil toplum örgütlenmelerine girişerek Kürt nüfus içinde devletin Diyanet’ine belli ölçüde bir alternatif oluşturdular. Demokratik İslâm Kongresi gibi çatı örgütlenmeleri, Diya-Der gibi dernekler hep HDP’nin önemli paydaşları ya da bileşenleri oldu.”[182]

“Dünyadaki yeni sol dalganın pratikleri”yle kastedilen SYRIZA ile PODEMOS ise, “teorisyenler”i de Chantal Mouffe, Murray Bookchin vb’leridir! Onların da (bizdeki Murat Belge gibi![183]) ne olduğunu anlatmaya gerek var mı?

Ya da şöyle soralım: “Sosyalist bir hareket”in aynı anda “bütün toplumsal sınıfları, inanç ve mezhep gruplarını dikey ve yatay kesmesi”, ne menem bir şeydir? “Bütün sınıfları kesen” bir sosyalist hareket mümkün müdür? Ya da böyle bir harekete “sosyalist” denebilir mi?

VII.1) SEÇİM BİLDİRGESİ

HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen’in, “Aday belirleme süreçleri ve seçim stratejilerimizi planlamak üzere, Parti Meclisi ve Merkez Yürütme Kurulu toplantılarımızı gerçekleştireceğiz… Bizim stratejimiz tek adamlarla çözüm arama değildir. Biz doğrudan bir sistem önerisinde bulunacağız. Bugüne kadar temas içinde olduğumuz gruplarla tartışmalarımızı yürüttük, onlarla en geniş ortaklığı sağlayan bir biçimde kamuoyunun önüne önerilerimizle çıkmış olacağız,”[184] diye kapsamlı bir emeğin ürünü olduğunu “iddia” ettiği HDP’nin Seçim Bildirgesi, nihai kertede “yerinden yönetim talebi”nden başka bir şey değildir.

Ancak bu daha önce olduğu gibi “öz-yönetim” olarak tarif edilmeyip, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” benzeri bir ortalamadır.

Mesela HDP’nin ‘Kürt Sorununun Çözümü’ deklarasyonunda Eş Genel Başkan Pervin Buldan, 24 Haziran erken seçimlerinin “Kalıcı ve onurlu bir barış için umut olduğunu” ifade edip;[185] “Talep edilen, üniter devlet yapısı içinde, Kürtlerin kendi karar mekanizmalarını oluşturmasıdır. Yerel ve yerinden yönetim talebi bu anlamda sorunu çözecek temel ve başat taleplerden biridir. Bu model dünyanın değişik yerlerinde uygulanan, merkezileşmeyi ve tekleşmeyi önleyen demokratik bir modeldir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı da bu ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Partimiz Türkiye’nin 1992 yılında imzaladığı bu şartın çekincelerini de ortadan kaldırılarak hayata geçirilmesini savunmaktadır. HDP programında bu durum açık ve net bir biçimde yer almaktadır. Bunun gerçekleşmesi için tekçi, inkârcı anayasanın değişmesini birinci önceliktir,”[186] denildiği üzere!

Yine HDP Eş Genel başkanı Pervin Buldan’ın, “Adem-i merkeziyetçi demokratik bir yönetim modeli öneriyoruz. Halk meclisleri, kent meclisleri öneriyoruz. Bir kişiye değil halkın kendisini başkan yapacağız. Ülkenin tüm renkli kültürleri, tüm ülke yönetiminde eşit biçimce temsil edilecek,”[187] diye formüle ettiği öneri, “demokratik özerklik”le farklılıklar arz etmektedir.

Ya da ‘DW Türkçe’nin, “Bu seçim bildirgesinde 2015’deki öz yönetim ve özerklik değil, yerel demokrasi ve demokratik yerinden yönetim kavramları kullanıldı. Bir politika değişikliği mi söz konusu?” sorusuna Selahattin Demirtaş’ın, “Hayır, politik bir değişiklik yok. Önerdiğimiz modeli daha anlaşılır kavramlarla ifade etmeyi tercih ettik sadece,”[188] yanıtı, inandırıcı olmaktan uzaktır.

Kaldı ki, ‘Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’ Koordinatörü Yüksel Genç’in, “Kürtlerin demokratikleşen bir Türkiye’nin parçası olmak istediğini” belirtmesi;[189] ve geçmişteki “demokratik özerklik” ya da “özyönetim” ifadelerinin yerine; -HDP Seçim Bildirgesi’nin “Nasıl Bir Rejim İstiyoruz” bölümüne, “Üniter devlet yapısına ve demokratik parlamenter sisteme tezat oluşturmayan, bilakis bu sistemi güçlü kılan yerel demokrasi, demokratik yerinden yönetim modeli”[190] formülünün montesi bugünkü sunumdan farklı olduğunun itirafıdır.

Bir şey daha: “Selahattin Demirtaş’ın işçilere vaatlerini HDP’nin beyannamesi ile birlikte değerlendirdiğimizde emeğin temel taleplerinin birçoğunu görüyoruz. ‘Asgari ücret komisyonunun yapısının grev hakkını içerecek şekilde eşit temsili, haftalık çalışma süresinin 35 saate düşürülmesi, kriz bahanesiyle toptan işten çıkarmaların yasaklanması, işçi alacaklarının öncelikli hâle getirilmesi, kiralık işçilik ve özel istihdam bürolarının kaldırılması, hükümetin grev erteme yetkisinin kaldırılması…’

Burada iki sorun gözüküyor. Birincisi, ‘bütün çalışma alanlarında (işsizler, emekliler, öğrenciler, çiftçilerin) grev ve toplusözleşme hakkını güvenceye alacağız’ denilmektedir. Bu, sendikaları üretim alanlarının dışında konumlandıran, sınıfsal karakterini ortadan kaldıran bir anlayıştır. İkincisi HDP, bu taleplerle tanımlanmıyor. HDP kendi kültürel kaynakları ve sistemin zorlamasıyla sadece Kürt sorununda söyledikleri ile kodlanıyor. Burada emeğin özgürleşmesi, demokrasi ve Kürt sorunu arasında ilişki koparılarak bu sorunun çözümüne de katkı sunulmuş olmuyor. HDP’ye Kürt hareketi dışından katılan sol, sosyalistler de özellikle seçim döneminde bu çemberi kıramıyorlar.”[191]

Bunların ötesinde, Kürt Ulusal Hareketi etrafında, farklı itirazların “radikal demokrasi” potasında eklemlendiği (SYRIZA’nın kardeş partisi) HDP, 24 Haziran öncesi (herkese mavi boncuk dağıtan) Orhan Bursalı’ya göre, “Kilit Parti”dir.[192]

Hem de Eş Genel Başkan Sezai Temelli’nin de bulunduğu HDP heyeti’nin TÜSİAD’ı ziyaret edip;[193] TÜSİAD’la görüşmeler yapıp, “demokrasi” mücadelesine “her kesimi” katmaya mı çalıştığı bir tazrz-ı siyasettir! Ancak unutulmasın: TÜSİAD’la demokrasi mücadelesi verilmez…

Egemenlerce yürütülen yoğun kuşatma ve kriminalizasyon tehdidine maruz bırakılan HDP’nin bu “manevrası” da hiçbir nedenle -yalnızlaştırılıp, izole edilmiş vaziyette olsa da- kabullenilemez!

Bu risklerle de olsa milletvekili seçimlerindeki baraj sorununa rağmen HDP’nin kritik rolü, TBMM kompozisyonu ile Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu için önemi kazanmıştır. (Milletvekili seçiminde barajı geçmek için desteğe ihtiyaç duyan HDP’nin oyuna, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turunda herkes ve özellikle de Muharrem İnce talip oluyor. Bir başka deyişle barajı aşma konusunda HDP Batı’nın, Cumhurbaşkanı seçimi konusundaysa Muharrem İnce HDP tabanının desteğine muhtaç…)

VII.2) BARAJ SORUNU

“HDP her hangi bir ittifaka gerek kalmadan barajı aşabilecek durumdadır, gerek anketler gerekse de kamuoyu bunu söylemektedir,”[194] tespiti tartışmalıdır. Ya da nasıl formüle edilirse edilsin veya hangi “gerekçe”lerle gerekçelendirilsin; HDP’nin bir baraj sorunu vardır.

Erdoğan’ın seçimlerde 401 milletvekili kazanma hesabı yaptığını belirten Sezai Temelli’nin, “Erdoğan’ın hesabı 401’dir bu hesabı bozmanın tek yolu HDP’nin parlamentoya girmesidir,”[195] demek zorunda kaldığı koşullarda HDP’nin barajı aşması 24 Haziran Seçimi’nin kritik meselelerinden biridir.

Elbette HDP’nin barajı aşmadığı, engellenip, barajın altında kalması sağlandığı takdirde kazanan Erdoğan olacak ve hedeflediği iktidarın hızla hayata geçirilmesini sağlayacaktır. Bu nedenledir ki sosyal medyaya sızdırılan “Mahalle Başkanlar Toplantısı”nda Erdoğan HDP’yi baraj altında bırakmanın önemini vurgulayıp baraj altı bırakmanın taktiklerini veriyor.

Bu bağlamda HDP’nin baraj sorunu aynı zamanda AKP-MHP dışında kalan muhalefetin de sorunu dönüşmüştür.

Ki bunun için de, Selahattin Demirtaş, “Baraj altında kalmamız söz konusu olabilir,”[196] uyarısını dillendiriyor.[197]

Sezai Temelli’nin, “7 Haziran’da yarım bıraktığımız işi de 24 Haziran’da tamamlayacağız,”[198] abartısınınseçim propagandası dışında bir anlamı kalmıyor!

VII.3) KÜRT BİRLİĞİ

HDP’nin, önemli soru(n)larından birisi; Sinan Çiftyürek’in, “Önce Kurdi seçim bloğu”[199] uyarısına rağmen, Kürdistanî (Ulusal) Birlik konusundaki ataletidir.

Oysa ‘Kürt Sorununa Çözüm Deklarasyonu’nu açıklayan Pervin Buldan, “Kürt sorunu çözülmeden Türkiye’nin temel sorunlarının çözülemeyeceği” vurgusuyla, “AKP-MHP ittifakına karşı Kürdî tüm kesimlere gelin ittifakımızı oluşturalım diyoruz. Biz Kürtler zayıf olduğumuz için değil parçalı olduğumuz için özgürlüğe uzağız. Tüm Kürtler Amed’le Mahabad’ın kaderinin bir olduğunu görmüştür. Gün birleşme ve halkımızın demokratik Kürdistan bağını sağlama günüdür,”[200] demişti demesine de, pratik denilenlerden farklıydı.

Ancak önceleri böyle değildi, şu haberdeki üzere:

“… ‘Sıfır Baraj İttifakı’ için teklif alamayan HDP, 24 Haziran seçimleri için Kürt partilerine yöneldi. CHP, Saadet Partisi ve İYİ Parti’nin kurmayı planladığı ‘Sıfır Baraj İttifakı’ için teklif bekleyen ancak bu planın dışında tutulan HDP, bölgeden altı siyasi partiyle temasa geçti. ‘Kürtlerin birliği’ amacıyla Irak IKBY Nisan 2018’de gerçekleştirilen ziyaret sonrası Osman Baydemir’in yaptığı, “İçerde Kürt partileriyle temas kuracağız,” mesajının ardından başlayan görüşmelerde ‘gayri resmi uzlaşma’ sağlandı.”[201]

“Muhalefetin oluşturduğu sıfır baraj ittifakına alınmayan HDP’nin bölgede Kürt kimlikli partilerle yaptığı temaslar, HÜDA-PAR’ın da içinde yer aldığı geniş bir ‘Kürt ittifakına’ dönüşüyor.”[202]

“KDP, Azadî Hareketi, PAK, PSK ve PDK-T 24 Haziran seçimlerine yönelik Kürt ittifakını oluşturdu. Bu kapsamda HDP, HAK-PAR, ÖSP, HÜDA-PAR ile görüşmeleri sürdüren Kürt ittifakı, Kürt meselesinde ortaklaşabildikleri en geniş kesimlerle ittifakı genişletmek için çalışmalar yürütüyor.”[203]

“Artı Gerçek’ten Fehim Işık’ın haberine göre,… 24 Haziran seçimlerinde Kürtlerin ulusal demokratik talepleri temelinde ortak hareket etme görüşmelerinin sonuna geldi.”[204]

Ancak daha sonra yine Pervin Buldan’ın, “Biz kimseyle kapalı kapılar ardında pazarlık yapmadık, ilkelerimiz ortada. Hem Kürt halkının kendi içindeki ittifakı hem de Türkiye demokrasi ve emek güçleriyle ittifakı en onurlu ittifaktır. Bu salt bir seçim ittifakı değildir,”[205] sözleri ardından; HDP, beş farklı Kürt partisinin seçimlerde HÜDA-PAR ile ittifak yapma teklifine “partinin buna hazır olmadığı” gerekçesiyle olumsuz yanıt verdi.[206]

Özetle Kürt illerinde tabanına dayalı ittifak görüşmeler durduruldu. “HDP’nin bu partilere açacağı milletvekili kontenjanının sayısında anlaşılamadığı söyleniyor,”[207] olsa da; Azadî Hareketi Sözcüsü Ayetullah Aşıti’nin,[208] PSK Genel Başkanı Mesud Tek’in[209] bu konudaki açıklamaları farklıydı.

VII.4) DEMİRTAŞ FAKTÖRÜ

“Demokratik siyasette ısrarcıyız, silaha karşıyız, bu net,”[210] diyen Selahattin Demirtaş faktörü, HDP için hem başlı başına bir avantaj hem de parti içinde bir soru(n)dur. Bunun ne demek olduğunuysa, zaman gösterecektir…

Bu konuyu uzatmadan, “Bizler radikal demokratik bir tutumla emeği, adaleti, barışı, laikliği, özgürlüğü ve eşitliği her adımda halkla birlikte ilmek ilmek örerek seçime doğru gitmeliyiz,”[211] diyen Demirtaş “radikal demokrasi”nin altını çizerken; popülist bir ajitasyonu -25 Haziran’ı “es” geçerek!- abartıyor.

İşte birkaç örnek:

• “Göreceksiniz, 24 Haziran seçimlerinin en güzel sürprizi biz olacağız. İkinci turda kimi destekleyeceksiniz diye soranlara, büyük bir özgüvenle şunu söyleyin: Biz ikinci turda da Demirtaş’ı destekleyeceğiz…”[212]

• “Bu seçimin sürprizi HDP’dir…”[213]

• “Bu ülke Çankaya’dan cezaevine gideni gördü de, cezaevinden Çankaya’ya gideni ilk defa görecek: F Tipi’nden Çankaya Köşkü’ne…”[214]

• “Haziran daha güzel olacak bu yaz. İnanın olacak. Hadi yapalım: Bir mühürlük canları var, inanın yapabiliriz…”[215]

• “HDP baraj altında kalmaz, ancak bırakabilir.”[216]

• “İkinci tura kalacağım ve biz kazanacağız…”[217]

“Abartı”, dedik; ondan kaçınıp, gerçeklere yaslanmalıyız; bizi büyütüp, güçlendirecek sadece ve sadece gerçeklerdir; onların yalın kesinliğidir.

Hedefi vurmak için, yukarıya nişan almak doğru bir tutum değildir; abartıdır; “ıska” geçmeyen yol açan sonuçsuzluktur.

Malûm, sıradan insanlar için büyük olan her şey bir abartıdır.

İnsanlar sahip olmadıklarının değerlerini abartırlarken; olmayanı abartmak da, “insanî bir şey” olsa da, doğru değildir.

Kolay mı? Honoré de Balzac’ın deyişiyle, “Bahtsızlıklarımızı da, mutluluklarımızı da abartırız. Aslında ne söylediğimiz kadar bahtsızızdır, ne de söylediğimiz kadar mutlu…”

 

VIII. AYRIM: TUTUM(UMUZ)

Demesine demiştik, ama tekrarda yarar var: HDP’ye ve Demirtaş’a tüm eleştiri ve çekincelerimizle birlikte “Ama”lı oy vermesine vereceğiz; bu HDP ve Demirtaş’ta somutlanan yönelişe topyekûn bir destek olmadığı gibi, (emperyalizm ve kapitalizm gerçeğine kör!) “radikal demokrasi” ucubesine de temelli bir itirazı “es” geçmiyor.

İşçi sınıfının tarihsel misyonundan söz eden bir sosyalistten, “radikal demokrasi”ye “Evet” demesi beklenmemeli; dahası bir zamanlar “Yetmez ama evet” demekten pişman olmayıp; öz-eleştiri vermeyenlerin başkanlığının da bir kıymet-i harbiyesi ol(a)maz.

HDP ve Demirtaş’a desteğimizin gerekçesi, şu an itibariyle coğrafyamızdaki rejim, totalitarizmde ifadesini bulan ve 24 Haziran 2018’deki seçim hamlesiyle kurumsallaştırılmak, kalıcılaştırılmak istenen keyfi zorbalıktır.

Coğrafyamızın yönetilebilir olmaktan çıktığı koordinatlarda bu gidişata (ve yalakalarına!) “Dur” demek; yüzlerce “Evet”i, bu gidişat karşısında tek bir “Hayır”a tahvil etmek; işçi sınıfı ve sosyalistlerin acil görev(ler)indendir (ve olmalıdır da!)

“İyi de bu tavrımız neden” mi?

V. İ. Lenin’in, “Örneğin: 1. Reformlar için oy + kitlelerin devrimci talepleri… 2. Parlamentarizm + gösteriler… 3. Reform talepleri + (somut) devrime yönelik talepler…”[218] formülasyonuna ve 25 Haziran sonrasındaki alt üst oluş imkânına verdiğimiz önemden!

Cumhurpatronluğu (tek adam) rejimine karşı mücadele önemliyken; sadece onunla sınırlı değil; anti-kapitalist, anti-emperyalist mücadeleyle kaim ve sürdürülebilirdir.

Malûm üzere Erdoğan ve AKP’li yıllar, özelleştirmelerle KİT’lerin sermayeye peşkeş çekildiği, işçi sınıfının haklarının tırpanlandığı, zengin daha da zenginleşirken yoksulun yardıma bağımlı kılındığı, müteahhitlerin işçi kanıyla semirdiği, işçi ve emekçilerin haklarının gasp edildiği, grev yasaklarıyla, baskılarla, kardeş kavgasıyla, savaşlarla dolu, iktidarın halka hamasi nutuklar atıp her daim emperyalizme ve Siyonizme hizmet ettiği yıllardır.

Halk pek çok kez bu gidişata baş kaldırmış, isyan etmiştir. Gezi ile başlayan halk isyanı, Tekel direnişi, fiili metal grevleri, grev yasaklarına ve sendikalaşma hakkının gasp edilmesine karşı işçi mücadeleleri, Kürt halkının Serhildanı, kadınların mücadeleleri, gençliğin üniversitelerdeki direnişi emekçi halkın bu gidişata boyun eğmediğini göstermektedir.

24 Haziran’da, Erdoğan ve Bahçeli tarafından halktan sandığı kaçırırcasına ilan edilen bu seçimler açısından soru(n), mücadelenin Cumhurpatronluğu (tek adam) ile kapitalizme karşı mücadeleye tahvil edip, edil(e)memesindedir. Çünkü bugün Erdoğan’ın karşısına çıkan düzen partileri ve adayları, burjuva sınıf çıkarlarına ve emperyalizme, demokrasiye ve özgürlüklere olan bağlılıklarından milyon kez daha bağlıdır.

Kaldı ki Erdoğan ve AKP hiçbir zaman tek başına ve sadece kendi gücüyle iktidarda kalmadı. Mustafa Sarıgülleri, Mansur Yavaşları alternatif diye sahaya sürenler, Ekmeleddin vakasını yaratanlar, 7 Haziran’dan sonra AKP ile koalisyon görüşmeleri yapanlar, 16 Nisan’dan sonra mühürsüz referandumu sineye çekenler, Erdoğan savaş ve milliyetçilik borusunu her çaldığında onun yanına koşanlar her zaman egemenlerin safında oldular.

Bunu aslî nedeni, solun çözüm(süzlüğ)ünü sağda, sağcılaşmakta araması; yani yukarıda da aktardığımız üzere Ahmet Tulgar’ın, “Sol ile Muhafazakârlığın Ortak Dilde Buluşması” türünden formüle ettiği yanılgıya, tuzağa düşmesidir.

“Solun ‘sağa açılım’ siyasetleri sağ tabanın sola doğru geçişine ve solun sağ tabana doğru genişlemesine değil, tam tersine sol tabanın sağın hegemonyasına girmesine ve bir süre sonra da sağ partilerin tabanı hâline gelmesine yol açmaktadır…

Solun sağa açılarak genişletilmesi fikri oldukça eski bir ‘cin fikir’. Solun kitleselleşebilmesi, ‘halkla barışması’ için toplumun sağduyusu ile (dinle, milliyetçilikle, bireycilikle) barışması gerektiği yargısından hareket eden bu yaklaşım uygulamada defalarca tam tersine sonuçlandığı hâlde ısıtılıp ısıtılıp yeniden piyasaya sürülüyor.

Adına kâh ‘demokratik sol’, kâh ‘Anadolu solu’, kâh ‘liberal sol’, kâh ‘ulusal sol’ denilerek pazarlanan bu ‘sağı kapsama’ girişimlerinin bir bilançosunu çıkaracak kadar çok deneyimimiz oluştu…

Sosyalist harekete yapılan liberalizm ve ulusalcılık aşılarının da sola herhangi bir katkı yapmadığı AKP iktidarında çarpıcı biçimde yaşandı. Türkiye solunun tarihine tıpkı ‘Kadroculuk’ gibi kara bir leke olarak geçen ‘Yetmez ama Evet’çilik[219] ve ırkçı ulusalcı ‘sosyalizm’, sosyalist solun onlarca yıllık mücadeleler içinden süzülmüş ilkelerini geniş halk kitleleri nezdinde değersizleştirdi. ‘Yetmez ama Evet’çiler ile AKP ve Gülen arasında oluşan geçişimlilik, ırkçı ulusalcı ‘sosyalistler’in tasfiye edilen kontrgerilla paşalarına sundukları ‘kurmay hizmetleri’ sağın kitle tabanında sola doğru en küçük bir sempati yaratmadı ama geleneksel sol tabanın faşizmle, dinbazlıkla arasındaki ayrım çizgilerini algılayamaz hâle getirdi. Alevîler içinde gelişen Türk milliyetçiliği ve Kürt düşmanlığı eğilimi bunun en somut ifadesidir.

“Ne yapalım, realite bu,” diyenlereyse yanıt çok net: Türkiyeli sosyalistler, bu realiteyi değiştirmek/dönüştürmek için ne kadar çaba sarf etti? Demokratikleşme, barış için harcanan emeğin bir miktarı işçi sınıfı mücadelesine hasredilebilseydi, sosyalistler bu denli “çaresizlik”ten duçar olurlar mıydı? Ve devrimcilerce örgütlenmiş onbinlerce, yüzbinlerce işçinin, ezilen, yok sayılan, zulüm gören Kürt halkının yanında yer alması, fena mı olurdu?

Sonuç olarak solun toplumdaki dinci ve ırkçı eğilimleri aşma mücadelesini bir kenara bırakarak bunlarla uzlaşmaya gitmesini ifade eden ‘sağa açılım’ siyasetleri sağ tabanın sola doğru geçişine ve solun sağ tabana doğru genişlemesine değil tam tersine sol tabanın sağın hegemonyasına girmesine ve bir süre sonra da sağ partilerin tabanı hâline gelmesine yol açmaktadır.

Neo-liberal sömürge kapitalizminin ve emperyalizm işbirlikçiliğinin açık bayraktarlığını yapan sağ iktidarların birbiri ardı sıra iflas etmelerine rağmen sağın hâlâ Türkiye toplumunun çoğunluğunu hükmü altında tutabilmesinin bir sebebi de sol ile sağ arasındaki ilkesel ayrımları belirsizleştiren bu ‘sağa açılım’ hareketleridir.”[220]

Bir zamanlar Abdullah Gül’ün peşinden koşup, papatya falları açtığı dönemde hakkında, “Kemal Kılıçdaroğlu, partideki tribünlerden gelen sese değil, ‘kazanmaya’ odaklanmış hâlde. Abdullah Gül, İlhan Kesici, Muharrem İnce gibi isimleri, Saadet ya da İYİ Parti’yle ittifak gibi ideolojik olarak farklı anlamlar içeren tüm senaryoları masaya yatırıyor.

CHP’liler, özellikle de sosyal medyada çok yüksek sesli konuşan topu topu 20-30 bin kişilik bir grup, Kemal Bey’in yapmaya çalıştığı işin mantığını anlamıyor… CHP’nin oyunu, “şerefli bir mağlubiyet” değil; kazanmak! Türkiye’de yüzde 60-65’lik bir muhafazakâr-milliyetçi seçmen var. Bunların çoğu, “CHP” markasına önyargılı. Demokrasi ve özgürlük istiyor, ekonomik refah istiyor; hatta aslında gazetecilerin de, bebeğiyle Ayşe Öğretmen’in cezaevine gönderilmesini de istemiyor. Ancak kendi yaşam alanının tehdit altında olduğunu düşünerek muhafazakâr ya da kendi muhafazakâr olmasa da muhafazakâr-dostu bir kimliğe daha sıcak bakıyor.

CHP genel merkezinin şu zamana kadar Abdullah Gül gibi seçenekleri ciddi olarak değerlendirmesinin nedeni de bu… Gül dışında gündemdeki isimlerin ikinci turda şansı zayıf,”[221] dedirten tutumuyla Kılıçdaroğlu’nun, 24 Haziran’daki seçim listeleriyle, politik konumlanışıyla CHP’nin bir kez daha yaptığı bu “sağa açılım” zırvalığıdır![222]

“Bugünkü duruma bakın: CHP muhalefeti, iktidar cephesindeki iki ana partinin, AKP ve MHP’nin uzantısı iki partiyle, Saadet ve İYİ Parti ile ittifak içinde güya iktidarı devirecek. Vaktiyle MHP ile birlikte yapılacaktı bu. 2014 cumhurbaşkanı seçimlerinde aday bile ortaktı. Ne oldu? MHP karşı tarafa geçti. Şimdi aynı şeyi bunların yapmayacağı ne malûm?

Ekonomik krizi tartışırken krizin bankalar ve sermaye lehine değil işçi ve emekçilerin lehine çözüme kavuşturulması için sınıfın bağımsız bir politikasının gereklidir; bu işler CHP’yle yürütülemez.

Sosyalist hareket kendisi burjuvaziden bağımsızlaşmalı ve ardından işçi sınıfını bağımsızlaştırmalıdır.

Bu seçimde neden bir sosyalist aday yok? Seçime İslâmcı gelenekten iki parti, faşist gelenekten gelen iki parti giriyor, ama onlarla geçmişte başa baş mücadele etmiş sosyalizm meydanlarda yok! Doğu Perinçek bile 100 bin imzayı aştı ama sosyalistler bunu denemediler. Bu kabul edilemez. Bir sınıf cephesi kurulmalı. Bu, Komünist Enternasyonal döneminde geliştirilmiş Birleşik İşçi Cephesi yönelişine uygun olarak sosyalistleri bir araya getirmeli. Herkes ayrı yürürken birlikte vurmayı öğrenmeli. 

Bu memlekette kendine ‘Cumhur İttifakı’ diyen bir gerici cephe var. Kendine ‘Millet İttifakı’ adını takan, emperyalist Batı’nın sözünden çıkmayan bir başka cephe var. Neden bir ‘Emek Cephesi’ yok?”[223]

İşbu nedenle totalitarizmi yenecek gücün işçi sınıfının ve emekçi halkın bağrında aranması gerektiğinde ısrar edilmelidir. Bu doğrultuda tüm sosyalistlerle güç birliği yapmalıdır. Ancak hiçbir koşulda patron partilerine, işçi düşmanlarına, NATO, ABD, AB ve İsrail dostlarına oy verilmemeli ve desteklenmemelidir!

Coğrafyamızı yeniden kurmanın eşitlikçi-özgürlük kavgası 25 Haziran’da da sürdürülmelidir.

Hem de önemli olanın, değişim rüzgârının geleceği temsil etme yeteneğinin giderek somutlaşması ve buna bağıntılı görevler olduğu unutulmadan… Çünkü “dip dalga” olarak nitelenen gerçeklik, meseleyi rejim sorunu olarak gören bir “sınıf bilinci”ne ulaşmadıkça hiçbir zaman kalıcı başarıya imza atamayacaktır.

 

VIII.1) ZIRVA(LAR)

 

Bu kadar çok şeye değinip de, konuya ilişkin şeçme saçmaları kayıt altına almamak olur mu?!

• İlerleyen yaşında, gördüğü halisünasyonlarla, şunları da diyen Yalçın Küçük’e, Akşener ve Karamollaoğlu’nun tarihine, bir kez daha göz atmasını tavsiye edelim:

“Muhalefet eden Saadet Partisi ve İyi Parti vardır, bunu görmek lazım. İyi Parti yüzde 20 oy alırsa çok çok büyük başarıdır. Bundan sonraki seçimde iktidar ondadır. Ben İYİ Partili miyim? Bir ara ona oy vermeyi düşündüm, ama hayır. Bir defa iki oyumu da HDP’ye verecektim, şu anda değiştirdim. Büyük oyumu, hapisteki Demirtaş’a veriyorum. Kibar çocuktur, çocuk derken Atatürk’ün dediği anlamda, o herkese çocuk derdi, söylüyorum, iki oyumu da ona verecektim ama milletvekili oyumu değiştirdim Saadet Partisi’ne vereceğim. Şu nedenle: Benim hapishane arkadaşım, çok şükür kısa bir süre kaldı, Hâkim Albay Tanju Güvendiren Saadet Partisi’nden milletvekili adayı oldu. Hem Akşener’in partisi, hem din adamımız Karamollaoğlu’nun partisi çok iyi muhalefet yapıyorlar.”[224]

• “Temel Karamollaoğlu, sağduyulu dindar bir siyasetçi… Güler yüzlü. Gazap saçan hacı hoca takımından değil… Temel Karamollaoğlu elbette bir Yaşar Nuri Öztürk değil. Onu istemek fazla olur. Bugünkü çizgisini sürdürsün yeter. Millet kazansın. Beklentimiz budur,”[225] diyor ve ekliyor Meral Akşener için “Cesur Kadın İradesi” vurgusuyla Erdal Atabek:

“Geçmişinde kendisi için yük olacak işler var. Ama Meral Akşener geçmişini geleceğinin engeli yapmıyor. Osmanlı Kadını imgesini seviyor. Dobra konuşan, dürüst, sert ama şefkatli ana. En büyük şansı Devlet Bahçeli’nin kaybettikleri… Yeni Meral Akşener bir kazanç. Öyle görünüyor.”[226]

Siz, Sivas’taki ateşi; Kürt illerindeki faili belli cinayetleri bilir misiniz? Bunlar sizin için bir şey anlatır mı hâlâ? Veya dün dündür, bugün de bugün müdür sizin için?!

• “24 Haziran’a kadar sahici yurttaşsak, hele siyasal kimliğini ‘sol’da tanımlamış bir yurttaşsak, hele hele siyasal kimliğini ‘sosyalist, Marksist’ diye tanımlamış bir yurttaşsak sokakta çok işimiz var. Bilen bilir, sokak zordur. Daha önce de Tırmık’ta sokak çalışmasının değerine, önemine vurgu yapıldı. Hatta bir delikanlı Facebook’ta öfkeli bir cevap bile yazdı. ‘Biz her gün sokaktayız, senin akıl vermene ihtiyacımız yok’ yollu bir şeyler söylüyordu. Delikanlı sokak deyince polisle çatışma anlıyordu. Zaten Facebook profil fotoğrafı da bunun kanıtıydı. 

Oysa siyasette ‘sokak çalışması’ sokakta çatışma aramaktan çok farklı ve çok daha zordur. Kimi kaşarlı siyasetçi sokağı dükkân dükkân esnaf ziyareti yapıp el sıkmak olarak kavrar. Bu halk dalkavukluğunun oylara ne gibi etkisi olduğunu oldum bittim anlayamamışımdır. Sanırım tek oy bile getirmez. 

Sokak ev ev, dükkân dükkân, adım adım, çok sabırlı bir çalışma demektir. Siyasal bilinci bulanık, seçmen aklı karışık yurttaşlarla birebir ilişki kurmak demektir. Dahası sokak, ancak kendi siyasal bilinci bulanık olmayan, seçmen aklı körlemesine bir tercihe değil ölçüp biçip ulaşılmış bir tercihe dayananların harcıdır. 25 Haziran günü daha umutlu bir Türkiye’ye uyanmak istiyorsak ’sokak’ta ve ’sandık’ta çok işimiz var ve işimiz kolay değil,”[227] diyen Aydın Engin’e, bu konuda verdiği “akıllar” dışında pratikte ne yaptığını sormamız ve onunda biraz bundan söz etmesi gerek miyor mu?

• “Afrin’e giderken Osmanlı tokadı atacağız demişlerdi. Seçimlerde Kürt tokadı yemeye hazırlanın. Kürtlerin attığı tokatla feleğinizi şaşıracaksınız,”[228] diyen Pervin Buldan’a soralım: HDP Türkiyeli bir partiydi değil mi?[229]

• “AKP’ye oy veren Kürt kardeşlerime sesleniyorum, damarlarında bir damla Kürt kanı olan AKP’ye oy vermemeli,”[230] diyen Pervin Buldan’a birileri “Dur”, “Sus” demeli!

• Yine Pervin Buldan, “Biz kadınlar bir ittifak gerçekleştirdik. Bu ittifak, kadın ittifakıdır, devrim ittifakıdır. Biz kadınlar kadın devrimini gerçekleştireceğiz,”[231] diyor demesine de; ona birisinin devrimin de, kadınların kurtuluşunun da seçimle mümkün olmadığını anımsatması gerekiyor!

• Seçim çalışmaları kapsamında Ş.Urfa’yı ziyaretinde, hemşerileri olduğunu, annesinin de Ş.Urfalı olduğunu söyleyen Sezai Temelli’ye bir yurttaş “Ş.Urfalıysan çiğ köfte yoğurmayı bilmen gerek,” demesi üzerine o da, “Çok iyi çiğ köfte yoğururum. Çiğ köftede iddialıyım” yanıtı verdi![232] Buna yorum yok!

• Erol Aral, “Sosyalistler katalizör olur, HDP ile CHP tabanının ittifakı kurulur,”[233] diyerek dilek ve temennisini ifade etmesine ediyor da sosyalistler, Birleşik İşçi Cephesi yönelişine uygun olarak devrimcileri bir araya getirip, ‘Emek Cephesi’ inşa etmeden, bir güç odağı olmadan bunu nasıl ve neden yapsın?

• “Erdoğan/AKP iktidarı antidemokratik “karşıdevrimci” çizginin günümüzdeki son atılımıdır. Bu açıdan 24 Haziran seçimleri, sadece iktidarı değil, Türkiye’nin Demokratikleşme sürecinde eriştiği düzeyi de belirleyecektir,”[234] diyen Emre Kongar’ın anlayamadığı; demokratik soru(n)ların hâllinde tek imkânın sınıf mücadelesi ve militan emek örgütlülüğü olduğudur; seçim sandığı falan değil…

• YSK’nin seçime girme yeterliliği olmadığı gerekçesiyle itiraz başvurusunu reddettiği TKP, “Bu düzen değişmeli” sloganıyla genel seçime bağımsız adayla girme kararı alıp; Cumhurbaşkanlığı seçiminde ise geçersiz oy çağrısı yaptı.[235] Buna da yorum yok!

 

VIII.2) 25 HAZİRAN SONRASI…

 

Coğrafyamız çok yönlü kriz koşullarına yönel(til)di seçim sürecinin erkene alınmasının aslî nedeni, yaşanan çok yönlü krizin -dolaysız!- itirafından başka bir şey değildir. Ancak seçim (ve sonuçları ne olursa olsun!) kriz derdinin aşılmasına derman olamaz.

Hangi koşullarda olursa olsun; seçimlerden söz edilince, soru(n) doğrudan burjuva devletin sınıfsal niteliği, yapısı, işlevi ve işleyişiyle ilgilidir. Bu konuda emekçilerde en ufak bir yanılgı, kafa karışıklığı vahim bir savrulmadır. “Tek Adam” diktatörlüğünde de, “Kuvvetler Ayrılığı”nın yürürlükte olduğu “normal” bir parlamenter düzende de meselenin özü aynıdır.

Ama buna rağmen solu etrafında toplayan HDP’nin “radikal demokrasi” programına göz attığımızda, sosyal reform taleplerinden başka bir şey göremiyoruz. Kapitalizme, emperyalizme, burjuva sınıf egemenliğine de herhangi bir itiraza rastlamıyoruz.

Sosyal reform vaadi kulağa hoş gelmesine geliyor da; düzen buna - 7 Haziran seçimlerinde olduğu üzere- ne kadar el verebilir?

Bu noktada Kürt Ulusal hareketinin sosyal reformculuğu bir yere kadar anlaşılabilir. Ancak hâlâ devrimden ve sosyalizmden söz edenlerin böylesi bir programın bayrağı altında -eleştirisiz, itirazsız- toplanmalarına ne denilebilir?

Özetle OHAL ve KHK’ların tek adam rejimiyle yönetilen coğrafyamızda seçimlere endeksli “umutlar” izaha muhtaç bir izansızlıkken; soru(n)ların, mesela “Ulusal Sorun”un “çözüm platformu”nun TBMM olduğu takdimi, akıl alır bir şey değildir!

Ancak pek çok sıkılmış insanın da, bu gerçekleri “es” geçen, kantarsız umutların, bir hayal kırıklığı riskini de içermesi 25 Haziran için ciddi bir dezavantajdır. Çünkü 24 Haziran’dan da önemlisi, 25 Haziran konusunda “Bu ateşten gömleği kim giyecek”[236] sorusu, yanıtı ve hazırlıklarıdır.

Devasa gerilimleriyle 24 Haziran 2018 tablosu, 8 Haziran 2015’in soru(n)larını katlanarak, yeniden gündeme taşıyacak… Bu tabloda da enflasyon, hayat pahalılığı, işsizlik, artan borçlar, hızla değer kaybeden TL yani ekonomik kriz gündeminin başrolünde olurken; siyasal alanda da kaotik bir tablo devreye girebilecek. (Siz buna bölgesel soru(n)ları da ekleyin!)

Tam da bundan ötürü, “Seçim sonrası kim iktidara gelirse gelsin IMF’ye gitmek zorunda” vurgusuyla uyarıyor Korkut Boratav:

“Tek seçenek radikal, ‘devrimci’ seçenektir. Ama acaba Türkiye toplumu finans kapitale teslimiyetle sağlanan ve borçlanmayla ayakta duran refah konjonktürünün geride bırakılacağı yeni bir geleceğe kendisini hazırlayabilir mi? Hepimizin ortak problemi bu… HDP’yi de katarak oluşturulacak geniş bir sol muhalefet, Türkiye’nin geleceğini sola taşıyabilir. Aksi hâlde bugünkü iktidarın devamı IMF’li veya IMF’siz, faşizmi zaten gündeme getirmiş vaziyette.”[237]

Kaç-AK Saray’ın “olağan” koşullarda seçimleri kazanma şansı bulunmuyorsa da, bu hâlde de Kaç-AK Saray’ın “kaderi”ne razı olmayacağı (liberaller için bile!) bir “sır” değil. Örneğin, “24 Haziran’da bu iktidarın sürmesine karşı bir çoğunluk oluşması bir hayal değil. Bu bir ‘hayal değil’ ama bu sonuç gerçekleşirse iktidarın kendi ömrünü uzatmak için neler yapacağı da belli değil,”[238] diyen Murat Belge ile “Erdoğan ve suç ortaklarının iktidardan düşmekten korkmalarını anlamak mümkün. Peki kaybederlerse ne yapabilirler? Evet her türlü melaneti”[239] vurgulu Oya Baydar’ın satırları da bu yönde…

O hâlde, tekrar pahasına yineleyelim: Kimileri, “24 Haziran AKP’nin son seçimleri olacak,”[240] dese de;parlamenter hayallerin zirve yaptığı koordinatlarda dikkatler 25 Haziran ve sonrasına çekilmelidir. Ayrıca 24 Haziran sonrasının yükünün, solu parlamentarist çizgiye mahkûm bloklarla omuzlanamayacağını da unutmayalım.

Bir tekrar daha: Parlamentarizm, devrimci mücadeleden kaçanların sığındığı bir limandır yalnızca ve Kürt ulusal hareketinin başarısı seçim faaliyetleriyle değil, Kürt halkının devrimci temellerde yükselen eşitlik ve özgürlük mücadelesinde yarattığı kazanımlara endekslidir. Geçmişte olduğu gibi…

Mevcut koşullarda sosyalistler için “parlamenter liman”ın hiçbir ciddiyeti söz konusu değilken; bu yoldaki karşılıksız beklentilerin -yani düzen parlamentosuna bağlamanın vahameti- derin bir hayal kırıklığından başka bir şey olmayacaktır.

Sosyalistler parlamentonun her zaman ve her durumda biçimsel/ sahte “işlevi”yle değil; kürsünün devrimci amaçlarla yararlanılmasıyla ilgilidirler. “En gerici parlamentolardan” bile devrimci amaçlarla yararlanmak politikasının dayanağı da bundan başka bir şey değildir.

Ve nihayet 1763 yılında Jean-Jacques Rousseau’nun, “Dağılma önce hükümetin yasalara göre yönetmemeye başlaması ve devlet gücünü zorla ele geçirmesi ile olur. O zaman önemli bir değişiklik meydana gelir. Hükümet değil devletin kendisi sıkışıp daralır. Yani büyük devlet eriyip gider ve onun içinde yalnız hükümet üyelerinin kurduğu bir başka devlet ortaya çıkar demek istiyorum. Bu da halkın geri kalanı için efendiden, zorbadan başka bir şey değildir,”[241] sözleriyle tarif ettiği bir hâli yaşayan coğrafyamızda, durmadan anımsanması gereken Emiliano Zapata’nın bugün(lerimiz)e uzanan haykırışıdır:

“Güçlü insanı zayıf halk yaratır. Güçlü halkınsa, güçlü insana ihtiyacı yoktur”!

“Yurda ve halkın özgürlüğüne düşman olanlar, her zaman halkın soylu davası uğrunda kendilerini feda edenlere haydut gözüyle bakmışlardır”!

“Dizlerinin üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmek yeğdir”!

Dip notları için devam

13 Haziran 2018 14:39:00, İstanbul.

 

 



Bu yazı 811 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI