Bugun...



Thomas Hardy: Hüzünlü ve muzip – John Cowper Powys

homas Hardy’nin nihai düşüncesi evrenin kör ve bilinçsiz olduğu; ne yaptığını bilmediğidir. Ama Wessex’deki o kilise avlularındaki mezarların arasında dururken, ya da o talihsiz kalpleri binlerce köy çatısının altında vebaya sürükleyen kem talihin buruk tehditlerini seyrederken, onun için bütün bunlardan tek başına sorumlu olan bu lanetli Şeyler Sistemine “intikam almayı” özlememek imkansızdır. Ama insan bilinçsiz makineyi ahlaksız bir Takdir-i İlahi’ye dönüştürmeden nasıl “intikam alabilir” ki?

facebook-paylas
Tarih: 17-06-2018 13:44

Thomas Hardy:   Hüzünlü ve muzip – John Cowper Powys

Thomas Hardy:

Hüzünlü ve muzip – John Cowper Powys

 

Thomas Hardy’nin nihai düşüncesi evrenin kör ve bilinçsiz olduğu; ne yaptığını bilmediğidir. Ama Wessex’deki o kilise avlularındaki mezarların arasında dururken, ya da o talihsiz kalpleri binlerce köy çatısının altında vebaya sürükleyen kem talihin buruk tehditlerini seyrederken, onun için bütün bunlardan tek başına sorumlu olan bu lanetli Şeyler Sistemine “intikam almayı” özlememek imkansızdır. Ama insan bilinçsiz makineyi ahlaksız bir Takdir-i İlahi’ye dönüştürmeden nasıl “intikam alabilir” ki?

Son derece arı bir İngiliz kökenini çağrıştıran bir isme sahip olan Bay Hardy, İngiltere’nin, ulusal “katmanlarımız” dâhilindeki çeşitli ırksal-havuzlarının en aziz ve belirgin olduğu bölgesiyle özdeştir. Wessex’de, Sakson ve Kelt, Norman ve Dan, Romalı ve İberyalı gelenekleri, toprakta yan yana boy atmış ve bu ülkenin bütün köyleriyle kasabaları, bütün tepeleri ve ırmakları, gördükleri şeylerin havadislerini korumuşlardır.

Kelt efsanesinde Batı Saksonların ülkesi hayret verici ölçüde zengindir. Kamelot ve Avalon Adası birbirlerini Somersetshire vadisinin iki yakasından selamlarlar. Ve Hardy’nin memleketi olan Dorsetshire, Casterbridge’in Romalı geleneklerini Kral Lear’in trajik anılarına ekler. Bay Hardy, kabile kabile, ırk ırk, anıtlarını ve isimlerini arkalarında bırakarak gelip geçenlerin üstünde, onlardan kalanları, onların yok olmakta ayak direyen parmak izlerini, uzun süren çöküşlerini not alarak, kuluçkaya yatar.

Çok sevgili Dorchester’ında onu, ay ışığı Romalıların oyunlarını düzenledikleri perili amfi tiyatronun üstüne ışıldarken, kendi Acıma ve Mizah karakterlerinden biri gibi düşünüp taşınırken buluruz. Wessex’in yaratıcı önerilerle öylesine dolu olan geniş yolları boyunca yolculuk eden bütün o küçük “yol kenarı kehanetlerini” not etmeye büyük bir özen gösterir.

Onu büyülü bir ifadeye kaptıran şey, insan soyunun, kayıtsız yıldızlar altında, oyunlarını ve sahnelerini yüzyıllardır sergileyen tarihinin ta kendisidir. Hayatın devamlılığı! Portland Taşocakları’ndaki garip fosillerden bugün gördüğümüz şeye kadar uzanan, “insani yükseliş” – ne kadar da hissedilebilir, ne kadar da gerçek! Ve yine de, Bay Hardy bütün o trajik acıma duygusu bir yana, kurnaz ve kaprisli bir vakanüvistir. Tanrıların üzerimize saldıkları küçük şakanın –o küçük uzun süreli şakanın– tek bir noktasının bile acıtıcılığını yitirmesine izin vermez. Gulyabani benzeri bir uyanıklıkla, o acayip sahne kaydırıcıları işbaşında izleyerek, oradan oraya atlar. Bay Hardy’nin taşralı kavalının iki ucu da aynı kamıştan yapılmıştır. Birisiyle insanlık adına Ölümsüzlere kafa tutar; diğeriyle öyle keskin bir Priapiyen melodisi çalar ki bütün Satirler dans eder.

Bazen yalnızca taşrada doğup büyüyenlerin bu büyük yazara adilane davranabileceklerini düşünürüm. Onun ikili kavalı kentli insanlara şaşırtıcı gelir. Sanatının ya “yüce gönüllülüğünü” ya da “yıkık döküklüğünü” abartırlar. O karışık ruhun sırrını yakalamazlar. Aynı kültürlü “yabancı” tipi Bay Hardy’nin kendi kendine hâkimiyeti karşısında da apışır kalır. Ya kendisini daha tam olarak adamak zorundadır ya da hiç adanmamak! Onun belirli şeyler karşısındaki yaklaşımında, onlara en Satirce kurnazlıkların ayrıksı çifteleri gibi bakan bir şeyler vardır – bu yüzden bunu ifade etmek üzere ayartılırlar. Örneğin, kurulu düzeni, onu asla Shelley gibi bütünüyle kınamayarak ya da asla Wordsworth gibi bütünüyle kabul etmeyerek oyduğu o küçük iğneleyici oyun – ve daima bıçağın sapıyla akan irin ve acı verici şeyler, hınzır bir kötülük.

Hakikat şudur ki, Bay Hardy’nin iki ruhu vardır, biri sonsuza dek hüzünlü ve narindir, diğeri kaprisli, muzip ve kötücül.

Birinci ruh Kader’in kanunlarına karşı katı bir Prometheusçu isyan içinde belirir. İkinci ruh kendisini zevk içinde, acı bir neşeyle, özenle insanlığın mizahi provokasyonuyla, kaba Hava Güçleriyle ittifaka sokar. Bütün bu psikolojinin çözümlenmesi zor değildir. Onu kaderin kurbanlarına acır hale getiren aynı anormal duyarlılık onu bir yandan da böylesine “neşeli şakalarda” tanrılar için neyin lezzetli olduğu konusunda bilgisiz olmaktan çıkartır. Bu iki eğilimi yıllar geçtikçe gelişmiş ve giderek daha da belirginleşmiş gibi görünmektedir. Sanatçılarda, çoğunlukla, tam tersi olur. Her insan içine kısıldığımız bu garip tuzakta kendi ketum tepkisine, kendi sinsi geri tepmelerine – kendi küçük özel misilleme yöntemine sahiptir. Ama birçok yazar gençliğinde en acımasız biçimde kendisidir. Bu ölümlü hayatın değişimleri ve olanakları onları daha yansız bir renge olgunlaştırır. Hayat karşısındaki rövanşları, yaşlandıkça daha az kişisel ve daha nesnel bir hal alır. Daha dengeli ve tevekküllü bir hale gelirler. “Sofokles’in bilgeliğine” erişirler.

Bay Hardy’nin gelişim tarihi bunun tersidir. İşe oldukça zararsız, komik ve antika bir rustik gerçekçilikle başladı. Sonra sıra büyük bir sanatçının ilhamının her şeyi uyum içinde birbirine yapıştırdığı bir güce ve ustalığa sahip olan başyapıtlarına geldi. Sonunda, üçüncü döneminde, duygularında en uç sınırlara dek yoğunlaşan en kişisel şeylerin abartısına ulaşırız.

Bu kitaplara, Adsız Sansız Bir Jude (Jude the Obscure) ve Sevgili (Well-Beloved) gibi kitaplara sırt çevirmek saçmadır. Bay Hardy böylesine alaycı duygulara, o büyük “karşı durulamaz isteklerden” “intikam alma” arzusuna ve bunların üzerimizde oynadığı oyunlar karşısındaki o Gulyabani benzeri neşeye sahip olmasaydı, asla “Tess”i yazmayı başaramazdı. Tanrıların bu tatlı kıza karşı sergiledikleri yöntemler karşısında dehşetli bir isyancı el uzatır ama onu Fedakârlık Sunağı’na yatırırken insani “acıma duygusundan” daha fazlasına sahiptir.

Ama sonuçta, Bay Hardy’nin gerçek büyüklüğü saf yaratıcı bir ustalığa sahip olduğu üstün pasajlarında görülebilir. Burada “Shakespeare ile birliktedir” ve biz de hem Titan’ı hem de Gulyabani’yi unuturuz. Bu “yaratıcı ustalığın” hangi şeylerden oluştuğunu kesin olarak sözcüklere dökmek ne kadar da zordur! Ne olursa olsun, bu, bir bütün olarak Hayat-Dramı hakkındaki genel bilincimizin yoğunlaşmasıdır, ama bu, bilimsel bir ışıktan ziyade, şiirsel bir ışık altında ama yine de –kendileri de dramatik bir öneme sahip olan– bilimsel olgularla birlikte belirtilir ve bunlara bu durumda izin verilir. Bu zihinsel görüşümüzün berraklaşması ve duyusal kavrayışımızın yükseltilmesidir. Kendi kaderimizin basit anlamda kişisel çekiminden, hayatın trajik güzelliğinin perspektife girdiği ve dünyaya berrak bir aynadan bakarak, bir an için “yaşama isteğimizden” kaçtığımız, daha seyrekleştirilmiş bir havaya doğru belirli ölçüde geri çekilmektir.

Bu gibi zamanlarda sanki “yüksek bir dağa çıkıp, arzu ve umutsuzluk olmadan, dünyanın krallıklarını ve bunların görkemlerini görürüz”. O zaman tam da yeryüzü devriminin rüzgârını hissederiz ve devrilen saatler bize hissedilebilir bir elle dokunur.

Ve dünyanın karmaşası öylesine uzaktadır ki, aniden insanlığın büyüklüğünü ve uğraştığı şeylerin küçüklüğünü hissettiğimiz an budur. İnsana yönelik tüyler ürpertici bir şefkat bizi ele geçirir. Ne olduğunu bilmediği karanlıkta güreşen bu şaşkın hayvan.

Bu aynaya uzun uzun göz attığımızda, gördüğümüz şeyin dokunaklılığı tuhaf bir biçimde yumuşar. Sonuçta, başımıza gelen her ne olursa olsun, bütün bunların bilincinde olmak da bir şeydir. Arcturus’u seyretmiş olmak ve Pleiades’in “tatlı etkilerini” hissetmiş olmak bir şeydir. Böylesine bir ruh hali ile uyumlu olan, Bay Hardy’nin Hıristiyanlığa karşı çıkarken, onu unutamama biçimidir. “Kalbin üstüne ağırlık yapan o tehlikeli maddenin doldurulmuş sinesini temiz”leyemez. Bu onu zora sokar ve kızdırır. Onu usandırır. Ve yapıtı da bundan dolayı hem kazanır hem de ıstırap çeker. “Tanrı”ya karşı alaydan alaya seğirtir, ama öfkesine Haç’ın gölgesi düşer. Nasıl böyle olmasın ki? “Her şeye izin verilebilir”, ama insan “küçüklerimizi” kıran tekerleğe bir tüylük bile ağırlık eklememelidir.

Bay Hardy’nin yapıtlarını zeki ve “felsefi” olmakla birlikte insanın imgelemini tatmin etmeyen modern kurgudan böylesine ayıran şey de budur. Bay Hardy’de bütün her şey –jeoloji ve kimyanın gerçekleri bile– bunlara insan komedisi içindeki yerlerini veren o yaratıcı gaipten haber verme yeteneğiyle ele alınır. Hıristiyanlık da bu olgulardan biri değil midir? Yeryüzünde böyle bir şeyin ortaya çıkmış olması ne kadar da şaşırtıcıdır! İnsan, parlak entelektüel zekâsıyla Meredith’i okurken, Hıristiyanlığın, “doğal karşılandığını” ve modern konular açısından pek az geçerli bulunarak gözden kaçırıldığını görür.

Ama Bay Hardy herhangi bir büyük dini bu biçimde gözden kaçırmak için, sözcüğün gerçek anlamıyla, fazlasıyla pagan, hayatın şiirinden ve hayatın özsel ritüelinden fazlasıyla etkilenmiş biridir. Tıpkı Casterbridge’deki St. Peter Kilisesi’nin Gotik Kulesi’nin daima onunla birlikte olması gibi, bu şey de daima onunla birliktedir. Doktrinleri yüzünden hınzır bir öfkeye kapılabilir, ama tıpkı bu kutsanmış yerlerde boy gösteren tuhaf iblislerden biri gibi, yine de asla onları terk etmez, imgelemi o atmosfere ihtiyaç duyar. Aynı sebeple, Kader’in mekanik süreçlerine, onların motorumsu aptallıklarına ve körlüklerine dair entelektüel kavrayışına karşın, daima bu nihai güçleri “kişileştirmeye”; onları ya da “onu”, sanki şansız yaratıklarını kandırmaktan; onları kışkırtmaktan ve onları deliliğe sürüklemekten cehennemi bir tatmin duyan bir şeymiş gibi kişileştirmeye sürüklenir.

Bay Hardy’nin nihai düşüncesi evrenin kör ve bilinçsiz olduğu; ne yaptığını bilmediğidir. Ama Wessex’deki o kilise avlularındaki mezarların arasında dururken, ya da o talihsiz kalpleri binlerce köy çatısının altında vebaya sürükleyen kem talihin buruk tehditlerini seyrederken, onun için bütün bunlardan tek başına sorumlu olan bu lanetli Şeyler Sistemine “intikam almayı” özlememek imkânsızdır. Ama insan bilinçsiz makineyi ahlaksız bir Takdir-i İlahi’ye dönüştürmeden nasıl “intikam alabilir” ki? Bay Hardy’nin Meredith ve bütün modern izleyicilerinden böylesine kıyaslanamaz biçimde daha büyük olduğu yer, bu Wessex romanlarında insanlık durumunun “eski özsel açık sözlülüklerini” engelleyen o katlanılamaz “etik tartışmaların” hiçbirinin olmamasıdır.

Erkeklerin ve kadınların, kaderli ve alaycı öğelerin varlığında, birbirlerine yönelttikleri tepkiler; bütün sosyal yeniden düzenlemeleri ve bütün etik reformları aşarak devam edecektir.

Güneş parladıkça ve ay ışığı dalgalara vurdukça, erkekler ve kadınlar kıskançlık yüzünden acı çekecekler ve âşık asla sevilen olmayacaktır! Oldukça yeni bir dizi “ilginç modern fikrin” şu andakilerin yerini almasından uzun süre sonra da, çocuklar anne-babalarının kalplerini kıracak ve anne-babalar da çocuklarının kalplerini kıracaktır. Bay Hardy Toplumun gülünç töreleri hakkında yeterince öfkelidir, ama bilmektedir ki, temelde, acısını çektiğimiz şey, “bizim de yaratıldığımız toz”; bizleri gezegenin son saatine kadar sürüklemesi ve “alıp götürmesi” gereken o ebedi yanılsama ve ayılmadır.

Bay Hardy’nin tarzı, en iyi durumda, pek de ulaşamasa bile, Shakespearyen trajedilerin tanımlanamaz dokunuşuna yaklaşan bir hayali anlama sahiptir. İçinde ayrıca – tehdit eden ve susturan, ona özgü bir nitelik de vardır; gürleyen bir baskı, ürkütücü bir kayıt, demirden bir azim. Yine, bazen, insana antik Romalı şairleri ve pek de ender olmayan bir biçimde de, o haşmetli ve inatçı Latinci’nin, Sir Thomas Browne’un ritmik şarkılarını anımsatır.

Örneğin, Return of the Native’in girişindeki Edgon Heath tanımlamasında, bir Mısır Tapınağı’nın Revağı’na benzeyen karanlık bir mimari ustalık vardır. Aynı şey, Tess ve Angel karanlıkta yaptıkları kavgada üstüne çıkarken, Stonehenge’in o aniden görünüvermesi için de belirtilebilir.

İnsan William Blake’in sözlerini düşünür: “Renkten çok Biçimi sevmeyen biri korkaktır”. Çünkü sonuçta, Bay Hardy için geçerli olan şey Biçim’dir. Amansız tarzının karasabanı mimari alt yapıya ulaşana kadar yeryüzünün yumuşak etini acımasızca sürer. Wessex Romanlarının herhangi bir sahnesini görselleştirmeye çalışacak olan kim olursa olsun ürkütücü bir gök çizgisinin karşısında “siluet” gibi algılanan kimselerin şekillerini görmeye zorlanacaktır. İnsan, onları, dünyanın kenarında trajik bir kafileyle birlikte hareket eden bu zavallı ateşli kimseleri görür ve kafile sona erdiği zaman, karanlık yeniden çöker. Bay Hardy’nin tarzını “reformcu yazarların” hoppalık ve cazibelerinden böylesine azade kılan özellik topraktan fışkıran bir özelliktir. Toprağın diğer hiçbir şeyde olmayan bir “orantı” yeteneği vardır. Şeyler Egdon Heath’in üstüne kendi bakış açılarıyla düşerler ve Blackmoor’un su baskını arazileri arasında hayat, tıpkı insan kabilelerinin onu başlangıçtan itibaren hissettikleri gibi hissedilir.

Modern eğilim cinsel tutkuyla alay etmek ve sosyal ve sanatsal sorunlara kahretmektir. Bay Hardy sosyal ve sanatsal sorunları bertaraf eder ve erkeklerle kadınların aşkı ve nefreti ve bunların suç ortakları olan doğal öğeler dışındaki “hiçbir şeyi ciddiye almaz” – Tanrıyı bile. Birçok mizahi ve çekici modern yazarı, trenler ve kafeler haricinde okumanın bu kadar zor olmasının nedeni, içlerindeki bu boşluk, gerçekten önemli olan tek şey hakkındaki bu gergin hoppalıktır. Zavallı kalbimizi özsel şiirinden kopartmanın akıllıca olacağını düşünmüşlerdir. İnsanın yakında aşk acısından ıstırap çekme “hakkından” yoksun bırakılmaktansa ölüm acısından ıstırap çekeceğini anlamamışlardır.

Sanırım, bu küstah müsrifler reformları ve etik idealleri ve sağlık projeleri konusunda öylesine iyimserdirler ki onlar için güneşin Shaston’un üstünde nasıl yükseldiği ya da Budmouth’un üzerinde nasıl battığı gibi şeyler; Eustacia’nın, mahvolmuş sağlığıyla yürüyüp, “kendi kendine konuşurken” neler hissettiği gibi şeyler; Henchard’ın doğduğu günü lanetlerkenki ruh hali gibi şeyler; asla konuyla ilgili olmayan, basit kazalar ve anlamsızlıklardır.

Peki, belki de onlar bu kadar umutlu olacak kadar bilgedirler. Ama geri kalanımız için, dünyanın bu kadar da hızla “iyileşmesini” muhtemel görmeyenler için, Sofokles ve Shakespeare’i ilgilendirmiş olan şeylerle ilgilenen ve bu ellerden çıkan yapıtlar hatırlandığında, kuşağımızı bütünüyle utanca sürüklemeyecek bir tarza sahip olan en azından tek bir yazarın kalmış olması tarifsiz bir ferahlıktır.

* Bu metin, ünlü yazar ve edebiyat eleştirmeni John Cowper Powys’un 1915 tarihli Visions&Revisions: A Book of Literary Devotions kitabının on üçüncü bölümüdür.




Kaynak: Sendika.org

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 1336 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Çeviri Haberleri

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI YUKARI