Bugun...

Yüksekdağ’ın savunmasının tamamı

Savunmanın ilk bölümü için

‘BİR HUKUK İNSANI İDDİANAMEDE YALAN UYDURAMAZ’

 

Ben HDP Eşbaşkanı olduğum için DTK’nin doğal delegesiymişim, Eşbaşkan olduğum için de yöneticiymişim. İçler acısı bir iddia. Ben HDP’nin Eşbaşkanlığını yapmış birisi olarak başka bir kurumun eşbaşkanı olacağım ve göğsümü gere gere onun arkasında durmayacağım! Her şeyden önce akla aykırı. Adalet talep etmiyorum, en azından gerçeğe biraz saygı duyulabilir. DTK benim yöneticisi olmaktan onur duyacağım bir şeydir ama bir hukuk insanı iddianamede yalan uyduramaz. Bizler yaptığımız çalışmaların sonuna kadar arkasında durduk ve durmaya devam edeceğiz. Türkiye’deki barış, demokrasi, özgürlük mücadelesi tasfiye edilemez.

 

‘SİYASİ BİR FENOMEN OLARAK HDP TARİH SAHNESİNE ÇIKTI VE İKTİDAR DENKLEMLERİNİ BOZDU’

 

6- 8 Ekim olayları yaşanırken ve yaşandıktan sonra herhangi bir yargılama konusu yapılmadı. Ne zaman ki 7 Haziran seçimleri yaşandı, bize yönelik komplonun miladı 7 Haziran seçimleridir. Siyasi bir fenomen olarak HDP tarih sahnesine çıktı ve iktidar denklemlerini bozdu. İlk defa tek başına hükümet kuramayacak noktaya geldi. HDP’nin başarılı bir kitle desteğiyle o seçimlerden çıkması siyasi iktidarın suntasına son verdi. geçmişte suç olarak görülmeyen birçok başlık operasyon konusu haline getirildi. 6-8 Ekim olaylarının partimizle bağının kurulması böyle bir gündemdir.

 

‘6 - 8 EKİM DEMİRTAŞ’A YÖNELİK LİNÇ OPERASYONUNA DÖNÜŞTÜ’

 

İktidar kendi sorumluluğunun üstünü örtmek için yapmıştır, bunu Demirtaş’a yönelik kişisel bir linç operasyonuna dönüştürdü. Herhangi bir dayanağı olmamasına rağmen algı operasyonuyla bir partinin suçlu ilan edilmesi ve cezanın yargıya bırakılmadan siyasi iktidar tarafından kesilmesi ile karşı karşıya kaldık.

 

‘İDDİANAMEYİ YAZAN DA, YARGILAYAN DA CEZAYI KESEN DE İKTİDAR’

 

6-8 Ekim’in iddianamesini yazan da, yargı kürsüsünü kuran ve yargılayan da, cezayı kesen de siyasi iktidardır. Bütün suçlama operasyonları sürdürülmüş, siyasi iktidar tarafından yargı organları da fon olmaya alet olmaya zorlanmıştır. Türkiye’deki yargı sisteminin maruz kaldığı meşruiyet sorgulamalarına yol açan davalardan birisi de budur.

 

6-8 Ekim konusunda ilk söylenmesi gereken, siyasi iktidarın algı operasyonundan çıkarılmasıdır. Bu baskıdan çıktığımız sürece gerçeği bulma şansımız olur, aksi durumda tarih bir dizi aydınlatılmamış katliamlar sürecinde olduğu gibi bu da karanlığa gömülür. Gerçeğe sadık kalarak, bütün Türkiye toplumunun gözünden kaçırılan gerçeklere işaret edeceğim. Önemli bir düşünürün söylediği gibi “yalanların bacakları kısadır bir süre sonra koşmayı başaramaz.” İşte 6-8 Ekim için söylenen yalanların da böyle bacakları kısadır. 6-8 Ekim’in bir yargılama konusu haline getirilişi sürecinde insanlarla birlikte gerçekler de katledildi.

 

6-8 Ekim siyasi iktidar tarafından kendi sorumluluğunu karartmak amacıyla bilinçli planlı bir şekilde partimizin üzerine yıkılmaya çalışılmıştır. Neden doğrudan siyasi iktidarın sorumluluğundadır diyorum. Eğer bir memlekette 51 kişinin katledilmesine yol açan bir olay yaşanıyorsa, bunu önlemek, geleni görmek, siyasi iktidarın görevidir, siyasi iktidar bunun sorumluluğunu muhalefete atamaz, bu gayrımeşrudur. Siyasi iktidar 6-8 Ekim’in geldiğini göremedi. Biz göremedik, muhalefet olarak bunun özeleştirisini veriyoruz. Ama o iktidar, muhalefetin hiçbir uyarısına kulak vermeyen bu kadar kadiri mutlak bir iktidarın geleni görmemesi suçtur.

 

‘SİYASİ İKTİDAR IŞİD’İ ÖFKELİ ÇOCUKLAR POLİTİKASI İLE DESTEKLEMİŞTİR’

 

6-8 Ekim başlamadan önce Türkiye’de hiç söylemedikleri, unutturmak istedikleri başka şeyler yaşandı. Suriye’de yer yerinden oynamıştı, iç savaşın 5’inci yılıydı. Türkiye’deki siyasi iktidar burnunun ucundaki komşusundaki savaşa son vermeye çalışmak bir yana, Suriye’deki ateşe benzin döküyordu. O günün koşullarında eski Osmanlı hayallerini tekrar canlandırıp sınırlarını Suriye’ye kadar genişletmek dahil bir dizi hayal tartışılıyordu, adına da “stratejik derinlik” deniyordu. Derin olmasına derin ama Türkiye’yi bir çukurun içine saplayan bir derinlikten söz ediyoruz. Bu yanlış Suriye politikası, çok daha yakın saldırılara yol açtı. IŞİD, Türkiye’de varlığını genişletmiş, Türkiye sınırları IŞİD tarafından ele geçirilmişti. Yani biz IŞİD’le komşu olmuştuk. Neden? Tek bir cevabı var, çünkü siyasi iktidar IŞİD’i öfkeli çocuklar politikası ile desteklemiştir. O kadar korkunç ki hala IŞİD kampları duruyor. Tek bir caydırıcı adım, işin yanlışlığına işaret eden tek bir muhalefet bırakılmadı. Adana’da, Urfa’da, Hatay’da IŞİD’in çok rahat örgütlendiğini söylüyorduk. İttifak altında girişilen işbirliği politikasının Türkiye’yi bir çukura ittiğini gösteriyor bize.

 

‘İKTİDAR PYD’YE ÖSO’NUN PARÇASI OLMASINI DAYATTI’

 

6-8 Ekim süreci sadece Kürtleri ilgilendiren bir mesele değildi, kadınlara tecavüz eden, köle pazarında satan, çocuklara tecavüz eden, insan kalplerini yiyen bir vahşet ordusundan bahsediyoruz. İslam adını karalayarak vahşet siyasetini sınır boyunca yaymış ve içeri kadar yerleşmiş bir yapıdan söz ediyoruz. O koşullar içerisinde IŞİD tarafından sınır boyunda ele geçirilmeyen tek kent vardı, o da Kobanî idi. Kobanî’nin IŞİD tarafından kuşatılması boyunca partimizin, çeşitli sivil toplum örgütlerinin onca iyi niyetli çabasına rağmen, siyasi iktidar IŞİD konusundaki tavrını değiştirmeyerek Kobanî’nin kuşatılmasına, ağır bir insan kırımı ile karşı karşıya kalınmasının müsebbibidir. O dönemde 2014-15 yıllarında hala Kuzey Suriye’de örgütlü bulunan PYD-YPG yapılanmaları ile resmi, gayri resmi diyaloglarını sürdürmekteydi. Aynı dönemde çözüm süreci devam ediyordu. Çözüm süreci Suriye politikasına da yansımıştı ve İmralı ile görüşmeler yapılırken Suriye’de PYD ile görüşmeler de sürüyordu. Aynı zamanda siyasi iktidar stratejik derinlik altında PYD’ye şu dayatmayı götürüyor, “ÖSO içinde radikal unsurları destekleyin, Şam rejimi ile bütün köprüleri atın, ÖSO’nun parçası olun” diyordu. ÖSO ise tekbirci dinci yapılanmanın ağırlıklı olduğu karakter taşıyordu. Ama bu dönem içinde siyasi iktidar IŞİD’e destek verme tutumunu, uluslararası platformlarda da kendisini zora sokacak düzeyde sahiplendi. Suriye’deki Kürt yapılanmaları ile ayrışmalar yaşandı aynı süreçte çözüm süreci bitti, bu da ayrı değerlendirilemez.

 

Kobanî kuşatması ile, insan kıyımı ile siyasi iktidar Kobanî’yi düşürmek, Şam rejimini devirmek ve PYD’ye yönelik görüşmede elini güçlendirmek için IŞİD’i desteklemiştir. O plan Kobanî kapısından döndü, Kürt güçleri buna yanaşmadılar. IŞİD gibi tüm ülkelerin de bizim de başımıza bela olan bir örgütten bahsediyoruz. Oradaki siyasi yapılanmaların böyle bir işbirliğine yanaşmamaları gayet uygundur. O dönem bütün bölgenin ve giderek dünyanın başına bela olmuş bir mekanizma ve uzantıları ile uzlaşmanın felaketten başka bir karşılığı yoktur. Bu kafa ile giderlerse felaketin büyüğü kapıda duruyor.

 

O dönem içindeki politikalara, aynı zamanda IŞİD karşısında ciddi bir tepki oluşmuştu, Türkiye’de insani, laik, ahlaki kaygılar da harekete geçmişti. Bütün toplumsal kesimlerde IŞİD’e karşı duyarlılık gelişmeye başlamıştı ama siyasi iktidar bunu görmezden geldi. O dönemde biz tamamen sırtımızı döndüğümüzü de söyleyemem gerek yardım malzemelerinin götürülmesinde ortak da çalışılmıştı ancak esas yük bizdedir. O dönemde siyasi iktidar yer yer çatışan yer yer kolaylaştıran bir rol oynadı ancak Kobanî’nin Türkiye halkları bakımından vicdan, insan ve onur demek olduğunu görmeyerek sosyolojik bir hata yapmıştır.

 

‘PYD, “IŞİD’İN, ÖSO’NUN YANINDA OLUN” TEKLİFİNİ REDDEDİNCE AYRIM NETLEŞTİ’

 

Vicdanları ayaklandıran bir tutum ortaya koymuştur. Buna siyasi kışkırtıcılık da diyebilirsiniz. O koşullar içinde 6-8 Ekim’e gelindi. 3 ay sınır nöbeti devam etti. Özellikle Urfa hattından IŞİD’lilerin yaygın gidiş gelişi vardı, gündüz çok rahat görebiliyordunuz, bunu engellemek için bir sivil inisiyatif oluşturuldu. İnsanlar sınır boyunca yattı, uyudular, sadece biz görüyoruz demek için bizler 3 ay boyunca o sınır boyunda nöbet tuttuk. Tek bir olay, bir ölüm ciddi bir çatışma yaşanmadı. O süreç içerisinde bütün Türkiye’yi hem Kürt halkını batısından doğusuna, bütün toplumu birleştiren bir merkez oldu. Çok farklı düşünceye sahip olan insanlar siyasi iktidarın IŞİD’e yol vermesinden büyük rahatsızlık duyuyordu. O sınır nöbetinde HDP’li olmayan çok fazla insan gördük. Eğer bir komplo veya provokasyon olmazsa Kobanî konusunda bu halkın nasıl duyarlı, kendisine hakim demokratik eylemler yapabileceğinin en büyük kanıtı oldu. Siyasi iktidar Kobanî kuşatmasından sonra IŞİD’e verdiği desteği daha açık ifade etmeye başladı. PYD’ye, “tarafınızı seçin IŞİD’in, ÖSO’nun yanında olun” teklifi reddedilince ayrım noktaları daha net belirmeye başladı.

 

O zamana kadar, sınır nöbeti devam ediyor, örneğin 4 Ekim günü bayramda bayramlaşmaya Kobanî’ye gittik, kanton sorumluları ile görüştük, Mürşitpınar Kapısı’ndan geçişe hükümet izin veriyordu. Ekim’in başından itibaren kuşatma daraldı ve siviller çok küçük bir alanda kaldı. Silahlı silahsız olması önemli değil sonuçta orada meşru bir yurt savunması yapılıyordu. Yaşam alanları daralmıştı ve acil müdahaleler gerekiyordu. Örneğin gözümüzün önünden patlayıcılar geçiyordu, buğday silolarından ateş ediliyordu. bunun oradaki kolluk güçleri tarafından bilinmemesi mümkün değil. Her birisi bizim gözümüzün önünde yaşandı. Biz, “hükümetle bir görüşme yapmamız gerek, anlaşma ve ortaklaşma noktalarını öne çıkaracağımız bir görüşme yapmamız gerek” diye düşündük. Demirtaş ve DTK Eşbaşkanı Selma Irmak Başbakan’dan randevu alarak 1 Ekim’de bir görüşme gerçekleştirdiler. O görüşmenin bazı bölümlerini okumak istiyorum. Selahattin Bey’in savunmasından alıntı yapmak istiyorum. Görüşmede konuşulanları aktarıyor:

 

“Kobanî’den döndükten sonra yanımda Selma Irmak’la birlikte Başbakan’ı ziyarete gittik. Yalçın Akdoğan’la da beraber 5 kişiydik. Kobanî’ye niye Türkiye’nin destek olması gerektiğini anlattım. Akdoğan dedi ki, ‘bizim IŞİD’e yönelik desteklediğimiz algısı oluştu o algıyı kırmamız gerek’. Karşılıklı gerilimlerin de olduğu bir toplantıydı, ama nihayetinde şöyle bir uzlaşıya vardık o dönem Ahmet Davutoğlu Hoca’yla: Ben dedim, Başbakanlık çıkışında bir açıklama yapacağım, diyeceğim ki, görüşme çok olumlu geçti, teşekkür edeceğim ve hükümetin yaklaşımı çok olumludur, inanıyorum ki, bütün bu krizler, sorunlar çözülecek. Çünkü çözüm süreci bitmek üzere, öyle bir tıkanmış ki, Kobanî’ye kilitlenmiş. Hükümet gerekli duyarlılığı gösterecek, oradaki Kürtlerle de diyaloğa geçecek ve bu sorun kısa sürede çözülecek. Bütün mesele şudur: Kobani IŞİD’in eline geçebilir sonuçta, ama Türkiye buna göz yumdu ve öyle oldu şeklinde bir realiteyi biz kamuoyunun huzurunda gerçekleştirmemeliyiz. Türkiye destek olsun, IŞİD yine orada Kobanî’yi ele geçirirse bilemeyiz. Ama nihayetinde Ankara’nın göz yumması hatta dolaylı destekleriyle oldu denmesin. Tamam dediler, biz iki şey yapacağız dediler. Birincisi Salih Müslüm’ü hemen davet edeceğiz, Türkiye’ye, kendisiyle görüşeceğiz, talepleri nedir, beklentileri nedir? Kendileriyle tartışacağız. İki gün sonra Salih Müslim Türkiye’ye geldi. Ankara veya İstanbul’da, hatırlamıyorum basında vardır, görüşme gerçekleştirdi Dışişleri Bakanı Müsteşarı’yla. Detaylarını ben bilmiyorum, fakat beklentilerini ifade ettiler. Ahmet Davutoğlu aynen şu şekilde, o görüşmemizde de bana ifade etmişti, bizim de onlardan taleplerimiz var, onların da bizden talepleri var, daha önce de görüşmüştük, uzlaşacağımızı düşünüyorum, biz ne gerekiyorsa yapacağız.”

 

‘HÜKÜMETLE GÖRÜŞMÜŞÜZ, ADIMLAR BEKLİYORUZ AMA KOBANÎ’DEN KATLİAM HABERLERİ GELİYOR’

 

Asıl o zaman Kürt toplumunun ağırına giden, siyasi iktidarın desteğini açıklaması idi. O zaman bizim heyetimiz uyarıyor, Davutoğlu da bunu kabul ediyor, “ortak çözüm bulmaya çalışırız” diyor. Bizim heyetimiz Başbakanlık kapısında çıkıyor açıklama yapıyor, diyor ki, “her şey kontrol altında her şey müzakerelere bağlı devam edecek”. Aslında öfke duyan kesime güven telkin ediyor ama sonra ne oluyor? Bu görüşme yapıldıktan sonra, bir iyi niyet ifadesi olarak bir yardım konvoyu meselesi var, bizim gitsin diye uğraştığımız ama zorlandığımız, “yardım konvoyunun geçişini kolaylaştırın, hükümet müdahale etsin ki en azından gıda ve sağlık malzemeleri gitsin” diyoruz. Davutoğlu da buna ‘evet’ diyor. Bizler bu anlaşmaya, verilen sözlere bağlı olarak arkadaşlarımızı görevlendiriyoruz, gerekli teknik hazırlıklar, kolaylaştırıcı çalışmalar yapılıyor. Ancak ondan sonraki süreçte bizim tartışageldiğimiz, sorunun çözülmesi gerektiği noktada çözülmeyen bir siyasi yaklaşımla karşı karşıya kalıyoruz. Zaman kazanma ve oyalama taktiği oluşturularak bizim eleştirdiğimiz politikaları uygulamaya devam ediyor. Bir taraftan hükümetle görüşmüşüz, adımlar bekliyoruz ama diğer taraftan Kobanî’den katliam haberleri geliyor. İnsanlar üzerindeki basınç arttıkça arıyor. 6 Ekim akşamına kadar bekleyiş sürüyor. 5 Ekim’den itibaren başlayan çok ağır bir kuşatma yaşandı. 5 Ekim’de Kobanî’de savunma güçleri ve sivillerin bulunduğu bir alanda, Mürşitpınar Sınır Kapısı’nın 50 metre yakınından patlayıcı yüklü kamyon ile intihar saldırısı gerçekleşti. 100’e yakın insan katledildi. Bu bütün kamuoyunda ciddi bir tepkiye yol açtı. Başbakan’la yaptığımız görüşmeden sonra bize adeta, “alın size bomba” denmiş oldu, siyaseten izahı budur. Siyasi iktidar, “biz engel olamıyoruz” dese anlarız. Ama hükümet ise sözler veriyor, aradan 5 gün geçiyor bir bakıyorsun bir kamyon patlatıyor. Siyaset bu kadar kirletilirse o ülkede temiz yer kalmaz. Şuna güveniyorlar biz dibe batıralım Türkiye nasılsa sıfırdan kendisini üretmeyi biliyor… “Bunu başkaları yaptı” deseler, aydınlatılsa bu katliamlar anlarız, en azından hata kabul edilir ama böyle bir durum da yok. Karşımızda çift kişilikli bir iktidar anlayışı var.

 

“Kobanî Kobanî” diyorlar, basit bir şey değil ki Kürt halkı bakımından. Akrabası vardır, komşusu vardır, yüzyıllara dayanan ortak geçmiş vardır, soy ağacı aynıdır. Ağacın dallarını bölmüşler sadece. Sınırlar zoraki bir biçimde bölmüş ama kök aynı. O kadar köklü ve tarihsel bir bağ varken Kobanî’yi negatif anlamda ayrı düşünemezsiniz. Birleşiklik kapsamında aynı düşünerek doğru politikalar uygulamak zorundasınız. Ama siyasi iktidarın tavrı, toplumun sınırlarını zorluyordu.

 

‘6-8 EKİM ÇAĞRISI BENİM SORUMLULUĞUMDADIR’

 

6 Ekim günü Kobanî’ye ciddi bir saldırı geliştirildi, o zaman Kürd’ün yanında kimse yoktu. Mazlum halkının yanında sadece Kürt yurtseverler vardı, sosyalistler vardı, insanım diyenler vardı. Katliama uğramış bir halka sahip çıkmak için kendisini ortaya koyan insanlar vardı. Uluslararası güçler yoktu. Toprağı için toprağına kanını dökenler vardı. Bu kadar ağır tablo içinde siyasi iktidardan çıt yok, biz çırpınıyoruz. Eylem ve etkinlikler zaten devam ediyordu.

 

6 Ekim akşamı MYK toplantımızda bir araya geldik. Kobanî’ye yapılan son saldırı haberini MYK toplantısı sırasında ele aldık. Ne yapalım diye konuşurken Demirtaş Başbakan’la görüşmek için toplantıdan ayrıldı. Demirtaş o görüşmeyi yaparken biz MYK toplantısında çağrı kararı aldık, benim sorumluluğumdadır, ben o çağrıda bir suç görmüyorum. Bir tweet ile zorlama delil yaratılmıştır. Naylon bir gerekçedir. Çağrımızın içinde şiddet yok, “gelin ayaklanalım, olaylar çıkaralım” diye bir kavram yok. Tastamam insanları demokratik hakkını kullanmaya yapılan bir çağrı var. Bunun gibi yüzlerce binlerce çağrı bulabilirsiniz. Ama bu çağrıyı diğerlerinden farklı kılan sadece siyasi iktidarın kafasını takmış olmasıdır. İlk kurguyu tweetten kurmuşlar, dramatik bir hikaye olduğu kesin. Bir tane tweet atıyorsunuz. 100 yıllık meseleden söz ediyoruz, aylarca devam eden bir süreçten bahsediyoruz, 6 Ekim’de tweet atınca birden ayaklanma çıkıyor, insanlar birbirini öldürüyor. Bu kadar kötü bir mizansen oluşturulamaz. Tam bir altüst oluş durumu, varlık yokluk meselesi. Biz o ölüm kalım anında bile çok sağduyulu bir çağrı yapmışız. Gözümüzün önünde insanlar boğazlanırken, toplum HDP’nin çağrısına mı bakıyordu? Hayır, herkesin gözü kulağı Kobanî’deydi. İnsanlar hiçbir şeyine bakmadan, herhangi bir kuruma gitmeden kendisini sokağa attı.

 

6 - 8 Ekim çözümlenmezse bu ülkede hiçbir şey çözümlenemez. Bu siyasi iktidar hala bunu çözümlemeye uzak. 6 - 8 Ekim’in gerçek iddianamesi bu değildir, 6 - 8 Ekim’in gerçek iddianamesi halkın gerçekleridir. İddia ediyorum 6 - 8 Ekim’i yaratan bizzat Cumhurbaşkanı’nın 7 Ekim’de Antep’te yaptığı konuşmadır, çağrıdır. Bu konuşma ciddi infial yarattı. Biz hala üzerinde tartışıyoruz, hala çözümleyemedik. Bu bir örgüt tarafından gerçekleştirilemez. Hiçbir siyasi kurumla ilişkisi olmayan insanlar o gösterilere kendi inisiyatifleri ile katıldı. 6 Ekim akşamı insanların psikolojisi buydu. Sokağa çıktım, meydan meydan gezdim ki nerede bir yürüyüş var diyen, kendi mahallesinde komşularını toplayıp eylem yapanlar oldu.

 

‘CUMHURBAŞKANI KOBANÎ HALKINI IŞİD’İN KANATLARI ALTINA İTMEYE ÇALIŞTI’

 

Bildiğimiz bir şey var, bir toplum hiç değildir. Bir toplumu hiçleştirmeye çalışırsan hata edersin, bu toplum sana cevabını verir. Bu sefer çok daha büyük bir kaosla karşı karşıya kalırsın. Siyasi iktidar toplumu hiç yerine koydu. Kobanî için ağıt yakan milyonlarca insanı hiçleştirdi ve kışkırttı. Cumhurbaşkanı’nın Antep’te mültecilerle bayramlaşma sırasında söylediği “Kobanî düştü düşecek” sözü ciddi infial yarattı. Cumhurbaşkanı çıktı o çağrı ile bütün Kobanî halkını IŞİD’in kanatları altına itmeye çalıştı. Cumhurbaşkanı’nın bu sözünü unutturmak için ellerinden geleni yaptılar. Hala suçu bize yıkarak bizden suçlu üretmeye çalışarak bu gerçeği unutturmaya çalışıyor. Ama tarih unutmaz.

 

Kriminal dayanağı, gerçekçi dayanağı yoktur. Türkiye yargı tarihi bakımından çok kötü bir örnek. Tüm dünya buna bakacak. Bu iddiaları görecek. İbretlik iddialardır. Kışkırtıcı kim? Siyasi iktidar, çok net. Bunun üstünü örtmeye, bize çamur atmaya çalışmayacak. Böyle bir suç yapılanmasının nereden devreye girdiğinin ortaya çıkarılması gerekiyor.

 

O dönemde, 7 Ekim öğleden sonra, ölümlü olaylar başlıyor. Bu olayların ciddi kısmı güvenlik güçleri kurşunu ile gerçekleşiyor. Provokasyonların büyük kısmı da sivil mi, asker mi, polis mi oldukları belli olmayan insanların açıktan saldırıları gerçekleşiyor ama onlar hakkında hiçbir dava yok.

 

Bazı raporlardan aktarım yapacağım, örneğin Uluslararası Af Örgütü’nün raporu. Bu raporda dikkat çekici örnekler var. Yasin Börü ve arkadaşlarının katledilmesi olayı… Demirtaş’ı katil ilan ettikleri, bir yalan ve karalama kampanyasıdır bu.

 

Raporda şöyle ifade ediliyor: “7 Ekim’de şehirdeki en kötü çatışmaların yaşandığı Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde Hüda Par ile bağlantılı bir dernek olan Köy-Der bürolarına yakın bir yerde karşıt görüşlü gruplar arasındaki çatışmalarda aldıkları yaralardan ötürü altı erkek hayatını kaybetti. Hüda Par yetkilileri Uluslararası Af Örgütü'ne evin içerisinde bulundukları 30 dakika boyunca bu durumla ilgili uyarıda bulunmak için polisin defalarca arandığını fakat polisin cesetler sokakta 45 dakika bekledikten sonra ancak geldiğini ve bunun şehir merkezine ulaşmak için mantıksız bir şekilde uzun bir süre olduğunu anlattı.

 

Bakın çok açık bir şekilde yarım saatlik bir süreden söz ediyoruz. Yasin Börü davasında bu gerçeklikle konuşuldu mu? Tartışmasız bir biçimde Yasin Börü’nün katili Demirtaş ilan edildi. İhmalin ötesinde, ortaya konulan şüpheli durumlar, açık suçlar ortaya konulmadı.

 

Devam ediyorum, Siirt, Kobanî sürecinde çok açık suç işlenen yerlerden birisidir ancak etkili bir kovuşturma yürütülmemiştir. O olaylarda 33 HDP’li öldürülmüştür ve hiçbirinin adı dahi anılmıyor. Siirt’te kitle üzerine korucular tarafından ateş edilmiştir ve katliam yapılmıştır.

 

Yine Uluslararası Af Örgütü’nün raporunda olay şöyle anlatılmaktadır: “Tanıklar Uluslararası Af Örgütü'ne 7 Ekim'de Siirt’in Kurtalan ilçesinde belediye başkanının aile bireylerinin ve özel korumalarının gün boyunca üç farklı olayda polis müdahalesi olmaksızın Kobanî protestocularına ateşli silahlarla saldırdığını anlattı.10 Gün boyunca, belediyeye ait (iktidar partisi olan Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kontrolü altında olan) araçların yakıldığı ve belediye başkanının ailesine ait iş yerlerinin saldırıya uğradığı geniş çaplı eylemler gerçekleşti. Görüşülen kişilere göre şehirdeki tansiyon ilk olaydan sonra, yani belediye binasına taşların atıldığı, birkaç camın kırıldığı ve belediye başkanının korumalarının protestocuları ateşli silahlarla geri püskürttüğü öğlen gerçekleşen Kobanî ile ilgili eylemden sonra arttı. Şehrin pazar alanında yaklaşık 13.00 civarında gerçekleşen ikinci olay kameraya yakalandı. Kamera görüntülerinde polis ve askerler hareketsiz bir şekilde dururken bir dizi silahlı erkek kalabalık pazar yerinde havaya ateş açarken görülüyor.”

 

Antep’te kontra gruplar doğrudan halka saldırdılar. Mahallelere linç saldırısı gerçekleştirdiler. Türkiye’de başkaca olayların planlandığını göstermektedir. 6 tane HDP’li katledildi ve hakkında dava açılan 16 yaşındaki bir kız çocuğu, Kürt mahallesinde yaşayan o kız çocuğu o olaylarda aldığı kurşun nedeniyle felç edilmiş bir kız çocuğu idi. O saldırılarda bir sanık bulamadı bu siyasi iktidar. Bir çocuğu davaya malzeme edecek kadar küçülen bir yaklaşım sergiledi.

 

İlk ölümlü olay Varto’dadır. Yine Af Örgütü’nün raporuna göre sivil 300 kişilik grupta, polis kurşunu ile katledilen 25 yaşındaki bir gençten söz ediyoruz. İzmir’de yine bir linç olayı vardır. Yine bir ırkçı grup tarafından ki onlardan da hala yargılanan yok. Bu yüzden bu cinayetleri işleyenlerin kim olduğunu bilmiyoruz. İzmirde Ekrem Kaçaroğlu’nu kimin linç ettiğini öğrenemedik. Ekrem Kaçaroğlu yaralandı, linç edilerek görüntüleri çekildi.

 

Onlar korkmamızı istiyorlar ama korkmuyoruz. Onlar insanlıktan çıkmış, niye korkalım? Onlarla aynı ülkede yaşadığımız için utanıyoruz. O linç görüntülerini yayınladıkları için kaçamadılar, mecburen tutuklandılar. 3 ay tutuklu kaldıktan sonra bütün sanıklar salıverildi. O olmadığı gibi oğlunun katledilmesinin hesabını soran babası hakkında dava açıldı.

 

Bu saldırıların çokçasından söz edilebilir, kayıtlara geçsin diye anlatıyorum. Bu siyasi iktidar ölümüzü bile saymadı. 6 - 8 Ekim’de ölenleri bile birbirinden ayırdı. Hepsi candı bizim için, hepsi yaşamayı hak ediyordu ama bu siyasi iktidar, içinden 6 kişiyi seçip siyasi malzeme haline getirdi. Sadece onların ölümünü hatırladı, hatırlattı. Ama tastamamen insanlık için kapısının önüne çıkmış, bizim insanlarımızın hak ettiği bir Allah’tan rahmeti bile diline getirmemiştir.

 

6 - 8 Ekim sürecinde yaşanan ölümler ne kadar büyük bir komplayla karşı karşıya kaldığımızı gösteriyor. Birincisi çözüm sürecine dönük bir komplo idi. Çözüm süreci ya tam rayına girecek kalıcı barışın oluşması noktasına gelecekti ya geriye gidecekti bu gidişatı etkilemek için içeriden ve dışarıdan komplo dinamikleri devreye girdi. Komplonun içerideki dinamikleri bugün FETÖ’cü olarak ifade edilen bütün sorumluları, 6 - 8 Ekim olaylarının içerisinde yer almış.

 

Eğer bizim üzerimize yıkamazlarsa kendi sorumlulukları çıkacak ortaya. Siyasi iktidar FETÖ’cü polislerle suç ortağıdır. Onların bildiği suçları karşısında müdahale etme inisiyatifini geliştirmemiştir.

 

Başka bir olay; DBP Diyarbakır Eski İl Eş Başkanı Zübeyde Zümrüt, DBP Kayapınar belediye meclis üyesinin oğlunun vurulduğunu ve hastaneye kaldırıldığını öğreniyor. Aile Zübeyde Zümrüt’ü arıyor ancak Zümrüt evden çıkamıyor. Evlerin etrafı silahlı adamlar tarafından kuşatılmış. Bizim DBP Belediye Başkanımız Gültan Kışanak, evinden çıkamaz hale geliyor. Bu sırada Emniyet Müdürü ile görüşmeler sürüyor. En sonunda Emniyet Müdürü diyor ki, “hastaneye gitmeyin orada sizin güvenliğinizi sağlayamayız, silahlı güçler var”. Böyle bir tablodan söz ediyoruz. O gün hastaneye gidemiyorlar. Genç belediye meclis üyemizin oğlu ertesi gün yaşamını kaybetti.

 

Soruşturulması lazım. Şimdiye dek 20 tane önerge vermişiz, hiçbirine yanıt yok. Araştırma Komisyonu kurulması teklifini kabul etmiyorlar. Bütün çabalarımıza rağmen Meclis bünyesinde araştırma komisyonunun kurulmasını kabul ettiremedik. Çünkü gerçekleri anlatmaya başlarlarsa bunun devamı gelecek. Aman cevap sırası bize gelmesin. Bir tane tweet atmış ya… Tweet atarak dünyayı yakan parti… Kendi suçlarını örtmek için canhıraş bir saldırganlık içerisindeler.

 

9 Ekim Bingöl suikasti; 3 polis memuru ve bir sivil katledildi. Adeta Türkiye’yi bir iç savaş eşiğine getirmek planlandı. Hükümeti bu noktada uyardık. Efkan Ala da daha sonra, “haklısınız biz de daha sonradan gördük” demiştir.

 

Ondan sonraki süreçte bizler bu provokasyona ciddi biçimde müdahale etmek gerektiğini düşündük. Ancak başka bir gelişme oldu, hükümet kanallarıyla görüşmeler devam ediyordu bizi bu kadar töhmet altında bırakan iktidar, aynı zamanla bizimle gör,şmeye devam ediyordu. Başbakanlar, mülki amirlerle görüşmeler devam etti. Hükümet bu süreçte İmralı ile temasta bulunmuş ve Sırrı Süreyya Önder’e diyor ki, “biz Öcalan’la görüştük, ortak çerçevede uzlaştık, mesajını sizinle paylaşmak istiyoruz”. Biz de bunun makul olduğuna kanaat getirdik. İmralı’dan aldıkları yazı, bakanlar aracılığı iletildi. Bu metin kamuoyu ile paylaşıldı. Ondan sonraki süreç içerisinde bu çağrının bir karşılığı alındı ve eylemler 9 Ekim’den itibaren bitmişti. O zamanki hükümet tarafından da, bizim tarafımızdan da sergilenen çaba, ülkeyi ciddi bir uçurumdan sürüklenmesini engelledi. Türkiye’nin çok feci bir biçimde bir iç savaş durumu ile yüz yüze gelmesine engel olduk. Facianın müsebbibi biz değiliz, siyasi iktidardır. Ama çözümün müsebbibi biziz.

 

 

6 - 8 Ekim sürecinin bütün boyutları ile araştırılması gerekiyor. 6 - 8 Ekim’den sonra o Diyarbakır meydanlarında ilk tankları gördüğümüzde, “bakın bu iyi bir başlangıç değil. İlk defa kentlerin merkezinde tank gördük. Bu siyasi iktidar orduyu siyasetin yörüngesine yerleştirdi. Tanklar meydanlara yerleştiyse buradan çıksa çıksa darbe çıkar” dedik. Karşılıklı güven bozulmasaydı iyi bir sonuç alınabilirdi. Ama hiçbirini dikkate almadan burnunun dikine gittik. Karakoldan çıkma talimatı verenler, yarım saat olay yerine ulaşmayan güçler, hastanenin etrafını kuşatan, Emniyet Müdürü’nün bile ulaşmasını engelleyen güçler, darbenin organizasyonunu yaptı. Siyasi iktidar bunların hepsini biliyordu. FETÖ’cü güçleri kullandı. Suçu onlara ihale etmek için kullandı.

 

Bu siyasi iktidar, varlığını kendisine düşman olanlar üzerinden kurmuyor, kendisinden olmayanlara düşmanlık üzerinden kuruyor. FETÖ’cülerle beraber işledikleri suçların kendi kucaklarına düşmemesi için başka bir şüpheli bulması gerekiyordu. Bizim şahsımıza dönük bir yargı komplosuna böyle dönüştürüldü.

 

6 - 8 Ekim, komplocu güçler ve siyasi iktidar tarafından provoke edilmeseydi tarihin gördüğü en önemli vicdani sivil hareketlerinden birisiydi. Komplonun insani sahiplenme eylemini karartmasını kabul etmiyorum. 6 - 8 Ekim Türkiye’deki çözülmeyen kritik sorunların ne kadar hayati koşullara geldiğinin göstergesidir. Çok insan öldü, hala da ölüyor, ne oluyor peki? Sorun çözülebildi mi? Bu ülke daha güçlü oldu mu? Her gün daha fazla savaşın içerisinde buluyoruz kendimizi.

 

Bugün iktidar tarafından getirildiğimiz nokta hem içeride hem dışarıda çatışma ve savaştır. Irak’tan Suriye’ye kadar Türkiye bölgesel bir savaşa girmiş durumda. Türkiye bu savaşın tam merkezine çekildi. Bunu büyük bir üstünlük gibi sunuyorlar, o kadar acı ki. Onların yaptıklarını 100 yıl önce ittihatçılar da yaptı, sonra bu ülkenin insanlarını 780 kilometreye muhtaç ettiler. Gittiler hayallerini 80 bin askerle Sarıkamış’a gömdüler. Sonra bu ülkenin kadim insanları 780 kilometreyi kazanmak için canları ile Kürd’ü ile Türk’ü ile mücadele verdiler.

 

Biz sadece söylüyoruz kusura bakmasınlar, iktidar olanlar onlar. Yarın bu ülkeyi nelere muhtaç edeceksiniz? Bu kadar nefretten beslenen iktidar anlayışı bir topluma fayda getirmez aksine büyük zararlar verir.

 

Dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala bizimle yaptığı görüşmede 6 - 8 Ekim olayı içinde kolluk güçlerine söz geçiremediğini talimatlara uymadıklarını ifade etmiştir. 6 - 8 Ekim’de dış ihbar olduğu yönünde bulgular olduğunu ifade etmiştir.

 

Diğer fezlekeye geçiyorum; Urfa - Suruç konuşması. 19 Temmuz 2015’te yaptığım hükümet yanlısı organlar tarafından her gün verilen bir konuşmadan yapılmış bi alıntıdır. “sırtımızı PYD’ye dayıyoruz” sözünün geçtiği konuşmadır. Bu siyasi linç konusu haline getirildi. Bu, doğrudan benim şahsımı hedefleyen bir komploydu. Sorun olan noktalardan birisi şu, benim konuşmamın bir bölümünün alınarak siyasi linç haline getirilmesi, gerçeği kırpmak ve kırmaktır.

 

Hakkımızda sürdürülen diğer yargılama süreçlerinde olduğu gibi bu yargılama da medya yoluyla yürütüldü. Siyasi nefret söylemleri kullanılarak yürütüldü. Ben o konuşmayı yaptıktan sonra kamuoyunda Temmuz 2015 yılında siyasi iktidarın sonradan yarattığı gibi büyük bir infial yoktu. Böyle bir linç operasyonu yoktu. O süreçte aynı zamanda hakkımda başlatılmış bir soruşturma da yok. Bizim hakkımızda açılan bütün davalar geriye doğru açılmış davalar.

 

Kamuoyu ve iktidarın öfkesinin aracı haline getirilmiş bir kampanyanın ürünü haline getirilmiş bir cümleden suç icat edildi. Neden ‘suç icat edildi’ diyorum? Birincisi ben o konuşmayı yaptığımda hiçbir hukuk insanı bana, “suç işliyorsun” diyemezdi, çünkü PYD suç örgütü olarak gösterilmiyordu. Peki, bu siyasi iktidar yargılanıyor mu? PYD’yi suç örgütü olarak görmeyen kim? Siyasi iktidar. Ben o günkü konjonktür içerisinde bir konuşma yapıyorum ve bunun önünde hiçbir kanuni engel yok. Bunun bir suç olabilmesi için adı geçen örgütlerin terör örgütü olarak görülmesi gerekir. Gerçek öyle miydi peki? Kesinlikle hayır, 100 defa hayır. 2014 - 2015 boyunca bu örgütlerle sistematik ilişkiler yürütülmüştür. Beraber askeri, siyasal, diplomatik çalışmalar yapılmıştır. Bunları gazeteleri açıp baksanız görebilirsiniz. Ben o gün bu sözü sarf etmekle suç olmamış bir suçu işlemiş oluyorum. Tamam geriye dönük yargılama Anayasa ihlali ama hadi oldu, Meclis’in hikmetinden sual olunmaz, çoğunluğu böyle karar verdi. Ama somut olarak, fiil olarak suç unsurundan söz ediyoruz. O gün yasal olarak herhangi bir suç teşkil etmeyen şey bugün nasıl suç kabul ediliyor.

 

Yıl 2015 Temmuz, dönüyoruz dolaşıyoruz 7 Haziran sonrasına geliyoruz. HDP’nin AKP’yi tek başına iktidardan indirdiği güne geliyoruz. İki kilit nokta var; çözüm sürecinin bitirilmesi ve 7 Haziran’da HDP’nin aldığı büyük başarı. İktidardaki şahıs bakmış ki çözümden rant sağlayamıyor, ülke huzur içerisinde olsa bile kendisi rant sağlayamıyor, “demek ki benim halim duman o zaman bu memleketi duman etmeliyim” dedi. O zaman savaş konseptini devreye soktu.

 

Bizler 7 Haziran seçimlerinden yeni çıkmışız, hükümet kurulacak mı kurulmayacak mı boşluk durumu söz konusu ama şunu görüyoruz ki çözüm süreci bitirildi. Biz 7 Haziran’dan sonra başka bir aşamaya taşınabilir diye bekliyorduk ancak gördük ki iktidar bitirmekte kararlı. O zaman 20 Temmuz’da Suruç patlaması ile IŞİD’in gerçekleştirdiği, iktidarın da göz yumduğu süreç, Ceylanpınar’da iki polisin suikastle öldürülmesi ile devam etti. Bunun da bir provokasyon olduğu bütün belgeleri ile ortaya çıktı. Şu an bunu da konuşmuyorlar örneğin, kimsenin konuşmasına izin vermiyorlar. Benim konuşmayı yaptığım süreç de tam bu geçiş sürecine denk geliyordu. Siyasi iktidar tedavülde olan politikasını henüz değiştirmemişti ama yeni bir stratejiye geçecekti. Biz onlar kadar ince hesaplar yapamayız, siyasetçiyiz ve elbette konuşacağız. O zamanki koşullar içinde bir karşılığı vardı. PYD, devlet tarafından da bu ülkenin toplumu tarafından da terör örgütü olarak görülmüyordu.

 

O dönemki konuşmam toplumsal eğilimin bir yansımasıdır. Toplumsal eğilimin dışına düşen siyasi iktidardır. Siyasi iktidar toplumun beklentilerini çiğneyip geçti.

 

Dava açıldıktan sonra bakanlığa yazdık siz PYD’yi ne zaman terör örgütü ilan ettiniz? Bakanlık cevap vermedi. Ancak başka bir mahkeme için bakanlığın yazdığı yazı gerçeğin ayan beyan ilanıdır. PYD terör örgütü listesinde yok. Siyasi iktidarın söylediği başka, gerçek başka. Bu, iktidarın karakteristiği haline gelmiştir. Bu iddia koftur. Türkiye Cumhuriyeti, PYD’yi terör örgütü olarak görmemektedir. O zamanki konjonktürde de iktidarın PYD ile çok yakın ilişkileri vardır.

 

‘BU İKTİDARIN PYD İLE BENDEN ÇOK DAHA FAZLA İLİŞKİSİ OLMUŞTUR’

 

2015’in sonlarında bu sözümü afişe etmeye başladılar, her gün yayınlamaya başladılar. Kara propaganda ve ikiyüzlü bir propaganda yürütmeye başladılar. İddia ediyorum bu iktidarın PYD ile benden çok daha fazla ilişkisi olmuştur. Bunu size belgeleri ile kanıtlayacağım. Kimse de çıkıp sormuyor. Ana muhalefet partisi arada çıkıp söylüyor ama onlar da gerçeğin peşine düşmüyorlar.

 

Bazı örnekler vermek istiyorum. Size verdiğim belgeler içerisinde de yer alıyor. 2014 29 Ekimi’nde Kobanî kuşatması önemli ölçüde kırıldıktan sonra Kobanî’ye pêşmerge gücünün gönderilmesi gündeme gelmişti. Bunun için heyette yer alan arkadaşlarımız bakan ve müsteşarlarla mesai yaptılar. Kobanî’ye 29 Ekim’de yardım sevkiyatının yapılmasında anlaşıldı. Bunu organize etmek için şu an kırmızı listeye aldıkları Salih Müslim ile bakanlık müsteşarı Feridun Sinirlioğlu seri toplantılar yaptı. 29 Ekim’de pêşmerge konvoyu Türkiye sınırları içinde dolaşarak Kobanî’ye indi. YPG - YPJ ile yapılan en açık temas budur. Hem siyasi hem diplomatik bir ilişkidir. Şimdi bunları duymak bile istemiyorlar. Terk ettikleri politikayı örtmeye çalışıyorlar. O dönemki politikalar sürdürülebilseydi belki bir yol alabilirdi Türkiye.

 

Benim konuşmayı yaptığım 19 Temmuz 2015 günü, bana gelen iddianamede de yok, 19 Temmuz günü ben Kobanî’ye gittim. Mürşitpınar Sınır Kapısı’ndan, bakanlığın onayı ile, Suruç Kaymakamlığı ve Valiliği’nin organizasyonu ile. Yanımda parti heyeti ile Kobanî’ye gittik. 19 Temmuz’da bir siyasi nezaket ziyareti yapmış oldum. Oradan çıktım aynı gün Suruç’ta mitinge katıldım. O konuşmayı yapmamdan dolayı terör örgütünü desteklemek iddiası ile sonradan hakkımda dava açıldı. Aynı gün siz terör örgütü ilan ettiğiniz, ben de propagandasını yapmakla itham ettiniz. Ben çıkıp sizin onayınız ve organizasyonunuz ile görüşme yapmışım. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. E siz PYD’yi terör örgütü ilan ediyorsanız, ben aynı gün nasıl görüşüyorum? Yaptığım konuşmada kullandığım bir cümleden dolayı saldırıya uğruyoruz. Benim hem şahsım saldırı altındadır hem de parti olarak siyasi haklarımız ihlal ediliyor.

 

Konuşmanın yapılmasından kısa bir süre önce bölgedeki YPG güçleri ile yaptığı ortak operasyonlardan birisi vardı, Süleyman Şah Türbesi’nin taşınma operasyonu. Bu operasyon YPG güçleri ile birlikte yürütülmüştür. Benim konuşma yaptığım tarihten 3 buçuk ay önce yaşanmıştır bu gelişme. Salih Müslim’e bizim müzakere heyetimiz aracılığıyla hükümetten bir çağrı gelmiştir, herhangi bir çatışmaya yol açmaksızın bir teklifte bulunulmuştur. Partimiz aracılığı ile iletildi bu teklif Salih Müslim’e. Efkan Ala, Sırrı Süreyya Önder, Salih Müslim, kriz masasının içinde yer almıştır. Süleyman Şah türbesi böyle bir organizasyonla taşındı.

 

Sonraki süreçte yaptığım konuşmanın bir suç olarak sayılması yine aynı mantığa dayanıyor. Siyasi iktidarın kendi siyasi eylemlerini, kendi sorumluluğunu, hesap verme görevini yerine getirmeme kaçkınlığına dayanıyor.

 

19 Ekim’le Şubat arasındaki gazete manşetleri: PYD ile işbirliği arayışı, Kritik isim PYD Lideri Salih Müslim Türkiye’de, PYD silah akışı için Türkiye’den izin istiyor, Kobanî için PYD - Ankara diyaloğu, Salih Müslim’in Türkiye’ye geldiği ortaya çıktı.

 

Bugün terör örgütü olarak ilan eden, bizi de destekçisi olmakla itham eden anlayış bu gerçeklerle yüzleşmekten korkuyor. Kuzey Suriye’deki Kürt gerçeğinin bizim nasıl günlük ve siyasal yaşamımızın içinde olduğunu görüyoruz.

 

Birkaç alıntı daha yapmak istiyorum, Selahattin Bey’in duruşmada verdiği bilgiden bir pasaj:

 

“Suruç Kaymakamı Abdullah Çiftçi’nin açıklamasını Hürriyet gazetesinden okuyorum. IŞİD kuşatması altındaki Kobani’ye yapılan yardımları ve Kobani Kantonu Başbakanı Enver Müslim ile görüşmesini Milliyet’e aktarıyor. Milliyet’teki röportaj, hurriyet.com.tr’den okuyorum. Yasa dışı sınır ticaretinin önüne geçilmesi için, Suruç’taki Mürşitpınar Sınır Kapısı 15 Ekim 2013’te açıldı. Türkiye, PYD kontrolündeki Kobani’ye ilk kez kapısını açtı. Türkiye’den Kobani’ye bir buçuk günde 27 milyon lira değerinde gıda, ilaç, giyim, barınak ve hijyen yardımı yapıldı. IŞİD’in Kobani’ye yaptığı saldırı öncesi 790 TIR, savaş sonrası ise 110 TIR olmak üzere 900 TIR yardım Kızılay ve AFAD üzerinden götürüldü. Kaymakamın açıklaması bu. 900 TIR’ın 899’u bizim topladığımız yardımlardır. Ama biz Kızılay aracılığıyla gönderilmesini kabul ettik.

 

Kızılay da buranın kurumu, öyle gitsin. Kızılay kolilerine konulup gönderildi.

 

Bir yılda Kobani’den gelen 10 bin hasta tedavi gördü, Suruç’ta. Savaşın başladığı günden bu yana 3919 hasta tedavi oldu, savaşta yaralanan 974 YPG’li Türkiye’ye getirilerek tedavi edildi. Suruç Kaymakamı’nın resmi açıklaması. İsmi Abdullah Çiftçi: “Kobani Başkanı Enver Müslim ile görüştüğümde, bana bizzat Türkiye’deki Kobani için yapılan eylemleri tasvip etmiyoruz. Yapılan eylemler bize yarar değil zarar veriyor. Türkiye Kobani’ye her türlü insani yardımı yapıyor dedi. Hem Suruç hem Kobani’nin kaymakamıyım ben.’’

 

Bunları Suruç Kaymakamı söylüyor. Bugün terör örgütü ilan ettiğiniz yapılanlamalar Kuzey Suriye’deki Kürt halkından, Asuri, Süryani, Keldani halkından başka bir şey değil. Sadece siyasi bir bağlantı değil, aynı zamanda idari olarak da, günlük yaşam içerisinde de bir diyalog kuruldu.

 

SURUÇ’UN HDP VE BANA DÖNÜK BİR KATLİAM GİRİŞİMİ OLDUĞU ORTAYA ÇIKTI

 

19 Temmuz, Suruç katliamının bir gün öncesidir. Ve biz Suruç katliamı davası belgelerinden de anladık ki biz o zaman çok büyük bir komplonun içerisindeymişiz. Çözüm sürecini bitirmeye karar veren siyasi iktidar çeşitli komplo dinamiklerini serbest bırakmış. Aslında IŞİD bombacılarının mahkeme ifadelerine bakılırsa 19 Temmuz’da HDP’nin miting gerçekleştirdiği alana bir saldırı yapma planı yapmışlar. Benim hakkımda istihbarat toplayan ve internet araştırması yapan sanıklardan birisi saldırıda da ölen kişidir. Sonra biz anlıyoruz ki 19 Temmuz’dan sonra ben o mitingi yaptım ve başka kente geçtim. 20 Temmuz günü sosyalist gençler Kobanî’nin yeniden inşası için bir yolculuk başlatmışlardı. Mürşitpınar’dan geçmek üzere Amara Kültür Merkezi’nde toplanan gençlere yönelik katliam gerçekleşti. 33 genç orada ölümsüzleşti. Daha sonra HDP ve bana dönük bir katliam girişimi olduğu ortaya çıktı.

 

Benim o konuşmayı yaptıktan sonra linç edilmemle 20 Temmuz’da gençlerin katledilmesi arasında siyasi ve kriminal bir bağ var. 20 Temmuz’da katledilen gençler benimle aynı siyasi çizgiye sahip olan gençlerdi. 19 Temmuz’da o konuşmayı yapan Yüksekdağ da bütün Türkiye toplumu adına, bütün onurlu Türk halkı adına Kürtlerle ilgili bir şey söyledi. Bu kadar linç kampanyası yürütülmesinin nedeni de bu. Sözü söyleyenin temsil ettiği değerlere de bakmak gereiyor. 19 - 20 Temmuz günü bombaların hedefi olan birey ve kitle olarak iki kesim de Türkiye halklarının devrimci sosyalist aydın demokratik unsurlarıydı. Siyasi iktidar o süreçte Türkiye’nin Kürt halkı ile eşitlik hukukuna dayalı bir ilişki kurmasını istemiyordu. Çünkü bu ilişki kurulursa Türkiye’de yeniden demokratikleşme süreci devam edecek, siyasi iktidar kanı bir siyasi zemin olarak kuramayacaktı. Siyasi iktidar kendi beslendiği zeminin ortadan kalkmaması için Kürt halkının uzattığı barış elinin Türkiye’deki demokratik güçler tarafından tutulmasını istemedi. 33 sosyalist genci, Türkiye’nin sayısız kentinden çıkıp gelmiş, sınırı hayatı boyunca görmemiş pırıl pırıl gençler katledildi, gelecekteki barış umudunu karartmak için katledildi. Ben, “sırtımızı PYD ve YPG’ye dayıyoruz” derken bir fikri savunuyordum. ondan önceki cümlelerimi televizyon kanallarında yayınlamazlar. “Sırtınızı tekbirci, kelle kesen varlıklara dayayarak Ortadoğu’da bir güç elde edemezsiniz, gittiğiniz yol yol değil”. Bunun ardından sözlerimi sarf ettim, “biz sırtımızı bu vahşete karşı direnenlere dayıyoruz”.

 

Şunu inanarak söylüyorum, gerçekten o çizgi sürdürülebilseydi, biz demokratik gücü ile direnen halklara sırtımızı dayayabilseydik bugün burnumuzun ucunu göremeyecek noktaya gelmezdik.

 

Şu an siyasi iktidar Suriye’de ne yapıyor? Tekbirci, kelle kesen, IŞİD artıklarının, El Nusra’nın bekçiliğini yapıyor. Rusya’nın elinde oyuncak olmuş. Bir yandan Amerika ile kavgalı görünüp, “bakın ben ne kadar antiemperyalistim” derken, Rusya’nın oyuncağı haline geliyorsun. Bunun açıklanır bir gerekçesi var mı? Kürt halkı ile omuz omuza vermeyi başarabilseydi, bugün Kürt halkının da Türkiye halklarının da geleceği aydınlık olurdu.

 

Çıkar her zaman Sevr’i, Lozan’ı eleştiriler. Kof antiemperyalist söylemler kurmakta üzerlerine yok. Ama 100 yıl önceki hataları tekrar yapıyorlar. Türk ve Kürt toplumu nasıl koptu? Lozan’la birlikte çizilen yapay sınırlara karşı durulamadığı için bu yapay denge kuruldu.

 

Benim tarafımdan işlenmiş bir suç yoktur. Suç isnatlarının hiçbirinin gerçekliğinin olmadığını aklıbaşında kamuoyu biliyor. Ama bu suç olarak kabul edilse bile suçun olağan kılıflarına uydurulamaz. Benim tarafımdan bir suç işlenmediği gibi bana karşı suç işlenmiştir. Ben 19 Temmuz’da o konuşmayı yaptıktan sonra 20 Temmuz’da ölmedim diye bana karşı linç kampanyası yürüttüler. Suruç katliamından sonra “başınız sağolsun” demediler de “niye ölenler arasında HDP vekili yok” dediler. Çok net niyetlerini belli ettiler. Bu saldırı iktidar güçlerinin onayı dahilindedir.

 

Ortada bir suç olmadığı gibi bir dönem açısından kurulan ve yönü olumluya dönebilecek olan ilişkinin berhava edilmesi vardır. Çok kritik bir geçiş sürecine iktidar ediyorsunuz, tek iktidar gücü olduğunuzu iddia ediyorsunuz, o zaman ona göre hareket etmek zorundasınız. Beni marjinal haline getirmeye uğraştılar. Çok başarılı olduklarını düşünüyor olabilirler ama dünya dönüyor, gerçek gerçektir. Gerçek çok nettir. Siz Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olarak HDP Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ’ı PYD ile ilgili söylediği tek cümleden dolayı yargılıyorsunuz ama PYD komutanlarına şeref madalyası takan Rusya ile kanka olmuşsunuz, en yakın müttefikiniz. Dünyada hiçbir güç PYD’yi terör örgütü olarak görmüyor. Çünkü bunun için somut suç kanıtlarının olması gerekiyor.

 

Afrin Operasyonu başlatıldığında bazı kanıtlar üretildi, “Afrin’den bize roketler atılıyor” denildi. Sizin MİT Müsteşarınız 2 yıl önce diyordu ki, “biz Suriye ile savaşmak istersek iki roket attırırız savaş gerekçesi ilan ederiz”. Çıkıp aklı çalışan insanlar sordular, “bir takım provokatif güçler savaş çıkartmak için atmış olabilir mi?” Hemen derdest edip tutukladılar. “YPG’nin derdi tasası bitmiş, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile mi uğraşacak” diyen insanları tutukladılar. Bizi marjinal ilan edenler bütün uluslararası kamuoyunda kendileri bu görüşleri ile marjinal hale gelmeye başladılar.

 

Bölge politikasını anti-Kürt politikası üzerinden yürütüyor. Ben hem bir siyasetçi hem bir yurttaş olarak soruyorum Suriye’deki Kürtlerin statüsü niye bizim için bu kadar önemli? Orada bir işbirliği hattı kurmak mümkünken anti-Kürt politikalar temelinde en yakınımızdakileri düşman haline getiriyoruz.

 

Bu yol doğru bir yol değildir. Dört bir yandan yalanlarla kuşatılmış olabilirsin ama gerçeği biliyorsan, görmüşsen ve inanmışsan bunu savunmamak en büyük suçtur. Bizler bu suçu işlemedik. Bir suçu işlemediğimiz için yargılanıyoruz. Bu davalar tarihle, toplumla yüzleşme platformlarıdır.



YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI