Bugun...

Meşru temsilcisi siyasetten men edilirse,

Meşru temsilcisi siyasetten men edilirse, seçmenin demokratik siyasete olan inancı kırılır

Çünkü bir mahkeme, kendi seçmenleri nezdinde son derece meşru olan bir temsilciyi yasalara, hukuka ve adalete aykırı bir şekilde siyasetten men ederse, o seçmenlerin demokratik siyasete olan inançları kırılır. Bununla birlikte diğer seçmenlerde de kırılmaya yol açar. İşte bu siyasette puslu bir hava yaratır, sisli bir hava yaratır. Sisli havada da, ülkenin böylesi ortamından faydalanmak isteyen herkes, ulusal ve uluslararası güçler faydalanırlar. Siyasetin çözüm olmasına engel olmaya çalışırlar. Zaten mevcut kriz yargıya havale edilmiştir, yargı da bu krizi çözecek durumda değildir. Dolayısıyla Türkiye veya o ülke; ki bu sadece Türkiye’de olan bir durum değildir, ama Türkiye her seferinde bu hataya düştü ve her seferinde bunun maliyeti ağır oldu. Bunlar olmasın diye yargı suçları görmezden mi gelecek? Hayır yargının böyle bir lüksü de yok. Gerçekten bir suç işlendiği iddiası varsa, bunu en etkili şekilde soruşturacak ve kamuoyunu tatmin edecek şekilde bir karar çıkaracaktır. Yargının işi, siyaset kriz çözsün diye suç örtmek değildir. Mesele tam tersine adil yargı meselesidir. Bizim göremediğimiz kısmı adil yargıdır. Adil soruşturmadır. Dokunulmazlık adaletli kaldırılmıyor, soruşturma adaletli yapılmıyor, kovuşturma adaletli yapılmıyor, cezaevi süreçlerinde adalet yok. Seçmenimiz bunları izliyor. Seçmenimiz olmayanlar da izliyor.

AKP ve MHP’den tutuklanmama karşı olanlardan çok sayıda mektup aldım

Türkiye’nin önemli bir kısmı bu tür davalar ve onların yaptığı siyasi, sosyo psikolojik etkileri hissediyor. Siz sadece Selahattin Demirtaş’ı sanık sandalyesine oturtmuş değilsiniz. Bana oy veren 6 milyon insan sanık sandalyesinde hissediyor kendini. En azından 6 milyon. Yapılan anketlere göre Türkiye’nin yüzde 26’sı doğrudan benim tutuklanmama karşı. Ben yaptırmadım anketi. Sadece yüzde 51’i tutuklanmamın haklı olduğuna inanıyor o da aşağı yukarı bugünkü iktidar ve onunla birlikte hareket eden muhalefet partisinin tabanına denk geliyor. AKP’den de MHP’den de karşı olanlardan çok sayıda mektup aldım cezaevinde.

Gençlere biz değil, bu tutumu sergileyenler dağın, silahın yolunu gösterdiler

Yani adil yargılama gerçekleştirmediğiniz her anda, siz yurttaşlarımızın sosyo psikolojik durumunu, ülkedeki adalete olan inancını kırdınız, kırmaya devam ediyorsunuz. DEP’li milletvekillerine yapılan şey kırılmalara yol açtı ve toparlaması uzun sürdü. Çünkü biz yeni nesil siyasetçiler - dediğim gibi o zaman hukuk öğrencisiydim - biz yeni nesil siyasetçiler o kırılmaları toparlamak üzere siyasete girdik, toparlamaya çalıştık.

Neydi kırılmalar; kimse demokratik siyasete inanmıyordu, gençler inanmıyordu. Bir yürüyüş yapsa terörist olarak suçlanıyordu. Bir konuşma yapsan, bir bildiri dağıtsan yıllarca cezaevinde kalıyorsun. Ne oldu? Gençlerin birçoğuna biz değil, bu tutumu sergileyenler dağın, silahın yolunu gösterdiler. Biz bu kırılmayı toparlamaya çalıştık. “Umut var, demokratik siyaseti yürütmeliyiz” dedik. Yeni nesil siyasetçiler olarak da bu nedenle çoğu genç arkadaşımla birlikte bunu diriltmeye çalıştık. Kırılan umutları yeniden büyütmeye çalıştık. BDP’de de HDP’de de bunu yapmaya çalıştık. Tabii ki bizler söylemimizi kurarken, jargonumuzu, literatürümüzü oluştururken, kişilik özelliklerimizin yanında partimizin programıyla birlikte tabanımıza hitap etmenin yolunu aradık. Her parti böyle yapar. Fakat kullandığımız hitap, jargon bile yargı konusu yapıldı. Kullandığımız literatür yargı konusu yapıldı.

Ateş düştüğü yeri yakar, biz ateşin düştüğü yerde büyümüş çocuklarız

Biz tutuklandık, ama verdiğimiz mesaj hep demokratik siyasete inanç üzerine oldu. İçeride de bu mesajı verdik. Çünkü bunun kırılmasının yarattığı sonuçları kimse umursamıyor olabilir, ama biz umursamak zorundaydık. Ateş düştüğü yeri yakar, biz ateşin düştüğü yerde büyümüş çocuklarız. Bütün hayatım neredeyse 2002’ye kadar OHAL ve sıkıyönetimlerle geçti. 2002’de OHAL kalktı, o yaşa kadar ben sıkıyönetim ve OHAL dışında bir şey görmedim. 3 yıllık avukattım. Şimdi 1 buçuk yıldır OHAL ile yönetiliyoruz. Bu yaşımıza kadar olağan diye tarif edebileceğimiz neredeyse birkaç yıl dışında hiçbir şey yaşamadan geldik. Türkiye’nin bütün gençleri böyledir. Hangi partiden hangi ideolojiden olurlarsa olsunlar, bütün gençlerin yaşamı böyledir.

Şu anda 40’lı yaşlarında olan herkes sıkıyönetim,  OHAL süreçlerinden geçerek, işte Avrupa’da 50-60 yıl önce İkinci Dünya Savaşı yıkıntıları arasında kendi demokrasilerini gözümüzün önünde adım adım inşa ederken, biz en geri anlayışlara mahkum edildik. Hem siyaset anlamında, hem hükümetlerin yürütme pratikleri anlamında, hem de yargı kararları anlamında. Bu bizim kaderimiz değil. Norveçliler, İsveçliler var olduklarından beri böyle yaşamıyorlar. Dediğim gibi, 70 yıl önce Avrupa’da ayakta kalmış bir bina yoktu, cadde yoktu. Yıkıntıların içerisinde hem kendilerini yeniden inşa ettiler, hem de demokrasilerini inşa ettiler. Avrupa Birliği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi önemli metinler kazandırdılar insanlığa. Bunda tabii ki, herkesin mücadelesi ve katkısı var, ama Türkiye bu doğrultuda mesafe kat etmiyor, neden? Bu doğrultuda mesafe kat ederken cesur olmuyor, neden? Riskleri göze almıyor, bunların hepsi yargı tarihimizle de doğrudan bağlantılıdır.

Çözülmemiş, bir sonraki nesle havale edilmiş bir sorun

DEP davası bu yüzden önemliydi. Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur çünkü. Kürt olduğum için ve Kürt sorununu yaşadığım için söylemiyorum bunu. Öyle olmayanlar da böyle tariflediler, doğru tariflediler. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla ilgili, Osmanlı’nın son döneminde yaşananlarla ilgili ortaya çıkmış bir krizin ve sıkıntının fezlekesi, iddianamesi önünüzde duruyor. Çözülmemiş, bir sonraki nesle havale edilmiş bir sorunun yarattığı iddianame önünüzde duruyor.

Kürt sorununa dair iddianamede tek bir satır değerlendirme var mıdır?

Böyle bir sorun olmasaydı, ben böyle konuşmaları da yapmazdım; böyle konuşmalar olmasaydı, böyle bir iddianame de olmazdı. Kürt sorununa dair iddianamede tek bir satır değerlendirme var mıdır? Çözüm süreçlerine dair tek bir satır değerlendirme var mıdır? Yargı yokmuş gibi davranabilir mi? Bunlar yok muydu? En azından benim siyasi hayatımda 2 tane, Oslo ve İmralı çözüm süreçleri yaşandı. Buna tanıklık ettik. Birinin bizzat içinde bulundum, birini de siyasetçi olarak yakından izledim, Oslo çözüm sürecini. İmralı çözüm sürecinin de bizzat içinde oldum. Ama yargı, Türkiye’de böyle bir şey yokmuş gibi nasıl davranabilir ki? Tartışmalı bunu. İddianamesinde bunu tartışmalı; yanlışı ne, doğrusu ne, ben ne yanlış yaptım; mahkeme bunu tartışmalı.

Neyim yanlıştı? Hangi söylemim, hangi eylemim? Çünkü çözüm süreci Türkiye’yi gerçekten de bugüne kadar demokraside kat ettiği mesafede birkaç basamak üste sıçratacak süreçti. Şiddetten, savaştan, kandan, terörden, bombadan kurtulacaktık ya. Can kurtaracaktık, hiçbir şey yapamasak. Siyasetçiler olarak bunun önünü açacaktık, hiçbir şey yapamasak. Başaramadık. Bu, yargıyı hiç mi ilgilendirmiyor? Niye oldu bunlar, nasıl oldu, yargı soruşturmada mesela bunu hiç araştırmayacak mı? İddianame buna hiç bakmayacak mı?

“Terör” tamam da, bir de halk var, Kürtler var

Bu Kürt sorunu nedir, nereden çıktı, bu Selahattin Demirtaş niye bunu söyledi, mesela bunlar hiç değerlendirilmeyecek mi? Hayır. İddianameye bakarsanız birbiriyle bağlantısız, tarihle bağlantısız, aktüel politik gelişmelerle bağlantısız, reel politikayla bağlantısız, yakın geçmişle bağlantısız bir soyut suçlama iddiası var. O bağlantılar o yüzden, işte bu genel değerlendirmelerle, her bir fezlekenin içine girmek zorundayım, ki anlaşılsın.

Bugün niye buradayım? Milletvekili, Eş Genel Başkan olduğum için. Niye? HDP’li olduğum için. Ayrımcılığa tabi tutulduğum için. Az önce tek tek anlattım. Niye tutukluyum? Az önce örnekler de verdim, bariz bir ayrımcılığa tabi tutuldum. Ya siyasi düşüncem rahatsız etti ya siyasi duruşum ya da aldığım siyasi kararlar rahatsız etti. Bu ayrımcılığın da tarihsel bir kaynağı var. Kim niye rahatsız oldu, bunları açığa çıkarmamız, tartışmamız gerekiyor. İddianame bu konuda hiçbir tartışmaya izin vermiyor. Heyetinizin önüne bu konuda bir satır da olsa (XXX) getirmiyor. “Terör, terör, terör.” “Terör” tamam da, ya bir de halk var, Kürtler var. Bunun dili var, bu ülkenin yurttaşıdırlar, ne yaşadılar, ne ettiler, beklentileri, talepleri ne, siyasetçiler buna ilişkin ne söylediler, bunun iddianameyle bağı ne, buna dair hiçbir şey yok. O yüzden ben kurmaya çalışacağım.

Yavuz Sultan döneminden beri de resmi olarak Kürt halkı var

DEP süreci, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılması süreci bizimkiyle benzer olduğu için oradan başladım. Yoksa eğer, Kürt sorununu konuşacaksak DEP süreciyle başlamış değil, 40 yıl önceki bir mesele de değil. Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkmış yanlış bir siyaset meselesidir. Halka yanlış yaklaşım meselesidir.

Özellikle II. Abdülhamit döneminde uygulanan, bizim de bugün önemli ölçüde eleştirdiğimiz yanlış yaklaşımlarla birlikte, ortaya bir Kürt sorunu krizi çıktı. Kürtler o güne kadar Osmanlı’nın içerisinde özerktiler, beylikler şeklindeydiler. Daha çok uç beylikleriydiler. İran’a karşı, Doğu’ya karşı, Güney’e karşı sınırlarda daha çok Kürtlere güvenilirdi ve Kürtler üzerinden sınırlar korunurdu. Müslüman bir halk olması nedeniyle de halifenin aynı zamanda tebaasıydı, halifeye bağlıydılar. İstanbul’a bağlıydılar. Padişahla Kürt halkının arasında böyle bir aidiyet vardı, ümmettiler çünkü. Ümmet olmaktan kaynaklı da, bir arada yaşamaktan kaynaklı bir sıkıntı yoktu.

Osmanlı kimliğinde bir sıkıntı yoktu. Yaşanan sorunlar, her Müslüman tebaayla veya gayrimüslim tebaayla yaşanan sorunlara benzerdir. Vergi konusunda, askere alma konusunda, beyliklerin kendi arasındaki çatışmalar vs. yaşanırdı. Gayrimüslimlerle ilgili ekstra başka sorunlar, krizler, özellikle milliyetçiliğin ve ulusalcılığın tırmandığı dönemlerde yaşandı, ama iddianamenin konusu olmadığı için girmiyorum. Kürt halkı o zaman vardı, ismi Kürt halkıydı; Yavuz’dan beri, Yavuz Sultan döneminden beri de resmi olarak Kürt halkının yaşadığı coğrafya hep Kürdistan olarak adlandırıldı. Örneğin bir kısmı Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla İran’a bırakılan Osmanlı topraklarının o bölümü Kürdistan olarak adlandırılırdı. Osmanlı, kendi içindeki Kürdistanı bir bütünlüklü eyalet olarak görürdü, Musul ve Diyarbakır merkezli, Erzurum merkezli, 3 merkezden yönetmeye çalışırdı, başarılı olurdu.

Kürtler Osmanlı’nın ayakta tutanıydı

Kürtler Osmanlı’nın çok önemli bir parçası, bileşeniydi. Ayakta tutanıydı. Yaşanan sorunlar kimlik sorunu değildi, ulusal sorun değildi, yerel normal sorunlar şeklinde cereyan ediyordu. Ama ulusçuluğun ortaya çıkması, milliyetçiliğin ortaya çıkması, etnik kimliklerle birlikte halkların anılmasıyla birlikte Osmanlı’nın son dönemlerinde Kürt aydınlarıyla birlikte başlayan bir tartışmayla etnik kimlik öne çıkmaya başladı. Ve nerede kendini ifade etti? Bir kısmı İttihat Terakki’de kendini ifade etmeye başladı. İttihat Terakki’yi kurdular. Kürt aydınları var arasında, Arnavutlar var, Ermeniler var. İttihat Terakki’yi kurdular, padişaha karşı, padişahın reform yapmamasına karşı reformu savundular, fakat aynı zamanda İttihat Terakki kendi arasında Paris ve Selanik büroları olarak da  ayrışmaya başladı.

Biri Türkçülük-Turancılık üzerine çözümün mümkün olabileceğini düşünürken, diğeri daha çok İslami kimlik üzerinden birliğin sağlanabileceğini düşündü. İki akımda da İslam etkili, fakat birinde daha çok milliyetçilik öne çıkmaya başlamıştı. Turancılık olarak tarif edilen, Türk kimliği üzerinden milleti tanımlamak o dönemde yapılan tartışmalardı. Selanik bürosu etkili oldu İttihat Terakki’nin ve Osmanlı’nın yıkılış ve çözülüş dönemlerinde, iktidara da geldiler. İyi bir yönetim sergileyemediler. O dönemde Kürtlerle birlikte hareket de edildi. Kurtuluş Savaşı’nda, Çanakkale’de, bütün Müslüman tebaa birlikte hareket etti. Temel motivasyon da, halifeliğin ve İslam’ın kurtuluşuydu.

Şimdi deniyor ya, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmak için bütün Kürtler-Türkler el ele verip savaştılar, tarihsel olarak bu tespit doğru değil. Türkler-Kürtler el ele verip Çanakkale’de savaştılar, Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmak için değil. Temel motivasyon İslami hilafetin, halifenin korunması ve vatanın korunması, kendi ortak İslami kimliklerinin korunmasıydı. Yoksa Çanakkale’de Türkiye Cumhuriyeti devletinin ortak kuruluşuyla ilgili bir karar verilmiş değildi.

1915’ten söz ediyoruz. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte şöyle bir durumla karşı karşıya kalındı; 1920’den söz ediyorum, Kurtuluş Savaşı önemli ölçüde mesafe kaydetmişti. Anadolu toprakları düşmandan temizlenmiş, Türkler, Kürtler, Çerkezler, Müslüman tebaa başta olmak üzere el ele vermişler, bu sırada gayrimüslimler zulümler görmüş. En nihayetinde elde Anadolu toprağı kalmıştı. Misakı Milli sınırları olarak tanımlanan topraklar da bugünkü sınırlar değil. Daha geniş sınırlar olarak tariflenmiş, Kürt halkı da o günkü Türkiye milletinin asli halkı olarak kabul edilmiş. İlk Meclis’i Mebusan da Kürdistan temsilcileri sıfatıyla yer almışlar. Hatta parlamentonun renkliliği ve çoğulculuğunu da gösterebilmek için Karadeniz’den Türkiye’nin doğusundan, güneyinden, Egesinden mebuslar kendi ulusal kıyafetleriyle parlamentoya katılmışlar. “Birlikte ne kadar güçlüyüz”ü gösterebilmek için.

İlginçtir hepsi Kürdistan temsilcisi olarak anılmışlardır. Tutanaklarda vardır. Kürdistan kelimesi yasaklanmamış. Coğrafya olarak ifade edilmiş, bir devlet olarak ifade edilmemiş. Kürdistan’ın yasak olabileceğini, bir gün bunu kullandı diye ceza alabileceğini kimse aklına bile getirmez o günlerde. Böyle bir ihtimal yok, çünkü hepimiz ümmetiz. Kürt Kürttür, Allah onu Kürt olarak yaratmıştır. Kimse sorgulamaz, onun ana vatanını sorgulamaz. Dilini, kimliğini sorgulamaz, böyle bir ortam Osmanlı.

Herkes birlikte bu toprakları vatan yapabilmek için elinden geleni yapmış

Evet, o güne kadar herkes birlikte bu toprakları vatan yapabilmek için elinden geleni yapmış. O dönem büyük emperyal güçler Almanlar, İngilizler, Fransızlar olmak üzere Avrupalı güçlerdir. Amerika bu kadar etkili değildi. Bu güçlerin ortak düşman olarak tanımlandığı dönemleri yaşadık. Cumhuriyet ilan edildi, yeni devlet kuruldu. Herkes tam olarak ortaya konan ilkeler için savaştı diyemez kimse. Halk vatanını kurtarmak için savaştı. Kurulacak cumhuriyetin şeklini, ideolojisini 1924 Anayasası ile birlikte İttihat Terakki’nin güçlenmiş kanadı belirledi. 1921 Anayasa’sında bütün herkes, halklar tanımlanacak şekilde esnek bir Anayasa yapılmıştır. 1924 Anayasası ile birlikte yeni bir Türk tanımına geçilir. O güne kadar herkesin Türk kimliği altında birleşeceği tartışması bile yoktur. İttihat Terakki, bahsettiğim şekilde, iki kanat şeklinde içinde vardır, ama halkın böyle bir tartışması yoktur. Halk ümmettir, kendini böyle görüyordur. Onun ayette de dayanağı var, Kuran-ı Kerim’de. Osmanlı böyle yaklaşmış ve bir arada tutmayı başarmış.

Ancak yeni Cumhuriyet 1924’ten sonra yeni bir tanım getirmek istemiş. Nedir bizim kimliğimiz, “Türklük”tür demiş, hepimizin ortak kimliğidir Türk. Cumhuriyet’in kurucu kadroları da bunun resmi ideolojiye dönüştürülmesi noktasında baskı oluşturmuştur. O dönemin akademisyenleri de özellikle tarih kurumu, dil kurumunda çalışma yapan akademisyenler de bunun alt yapısını oluşturmuştur.

1924’te tanımlanan Türk, tam olarak Orta Asya’dan gelen Türk müdür?

Türklük yok mudur, vardır. Orta Asya’dan beri tarihi binlerce yıla dayanan, sonradan milletleşmiş, imparatorluklar kurmuş, devletler kurmuş bir millet var. Türk milleti var. Aynı zamanda bir etnik kimliği de ifade ediyor. Kökleri de Göktürk’e kadar dayanıyor. Çin ve Hun imparatorluklarıyla tarihi değiştiren münasebetleri vardır. Türkler tarih itibariyle böyledir, tamam. Peki, bu 1924’te tanımlanan Türk tam olarak o Türk müdür? Tam olarak o Orta Asya’dan gelen Türk müdür? Dili, kültürü; tarihi olarak 1924 Anayasa’sında tarif edilen Türk ile Orta Asya’dan gelen Türk aynı mıdır? Hayır. Meselenin sosyolojik olarak özü buradadır. Yeni Türklük tanımı, yeni bir dil üzerine, alfabe aksan üzerine, hatta Türk Tarih Kurumu’nun yeniden yarattığı bir tarih üzerine inşa edilmeye çalışılıyor.

Bütün ümmet de,  ümmeti olmayan yurttaşların tamamı da Türk olarak tanımlanıyor. Eğer 1924’te kurucu irade Türklüğü gerçek anlamda bir üst kimlik olarak tanımlasa, örneğin Amerika’daki gibi bir etnik kimliğin unsurlarının tanımlandığı veya bir etnik kimliğin inşasını gerçekleştirmek yerine bir üst kimlik olarak bütün dillerin ve kültürlerin de güvence altına alındığı bir üst kimlik olarak tanımlasa, Kürt sorunu da ortaya çıkmayacak.

Ama demiş ki, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herkes Türk’tür, anadili de Türkçe’dir. Türkçe’den başka da eğitim yapılamaz”. Bu tabii ki Türkiye’deki etnik kimliklerin ayrışmasına, kendini öteki hissetmesine, ülkeyi birlikte kurduk, birlikte var ettik denilen noktada kendini üvey evlat hissetmesine yol açtı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında bunun inşası için de her türlü baskı yönetimi uygulandı. Sürgün de olur, katliam da olur. İstiklal mahkemelerinden bir örnek okudum size, hatırlatıyorum.

Bizim atalarımızın sorunlarını çözselerdi, bugün bu sorunları yaşamazdık

Velhasıl Demirtaş ve arkadaşlarının bugün bu mahkemede bulunmasının en yakın kökleri o günlere dayanıyor. Çözmediler sorunlarımızı. Bizim atalarımızın sorunlarını çözmediler. Çözselerdi, bugün bu sorunları yaşamazdık. (DUYULMUYOR)

Dar bir gömlek bütün Anadolu topraklarına giydirilmeye çalışıldı

Türklük iyi tariflenmedi, dar bir gömlek bütün Anadolu topraklarına giydirilmeye çalışıldı. Kültürler, diller baskılandı, yok sayıldı. Bu dediğim şeyler, örgütler falan ortaya çıkmadan önce yaşanmış şeylerdir. Çözülmedi sorunlarımız. Lozan Anlaşması imzalanırken, İsmet İnönü ve beraberindeki heyet yan odada sözleşme imzalarken, öbür odada TBMM’yi temsilen bir heyet vardı. Heyetin içesinde Kürt milletvekili, Kürdistan temsilcileri olarak ifade edilen milletvekilleri vardı ve İsmet İnönü şöyle devam ediyordu: “Yan odada Kürdistan temsilcileri de var; parlamentomuzun temsilcileridirler, biz Kürtleri de temsil ediyoruz” diyerek, Lozan Anlaşması’nı imzalamışlardır. Fakat Kürt milletvekillerinin Lozan Anlaşması’nın içeriğinden de haberleri yoktu, onlar yan odadaydı. Fakat Lozan Anlaşması imzalandığında, parlamentoda bugünkü Suriye’nin kuzeyi, Rojava bölgesi denilen bölgenin Haseke Milletvekili, Qamişlo milletvekili TBMM de temsil ediliyordu. Lozan’da anlaşma yapıldı, sınır çizildi, bugünkü Suriye’nin kuzeyi aslında Misak’ı Milli sınırları içinde tanımlanmış Kürt bölgesi Suriye tarafında kaldı. Oranın milletvekilleri Meclisteler, ama seçim bölgesi sınırların dışında kaldı. Seçildiği bölge sınırların dışında kaldı. Kendisi Ankara’da milletvekiliydi. Seçim bölgesi Suriye toprağı oldu. Lozan Anlaşması böyle bir travma da yarattı. Bugünkü aktüel siyasetle ilgili olduğu için anlatmaya çalışıyorum.

Zorlu bir dönemden geçildi, Cumhuriyet kurulurken çok zorlu bir dönemden geçildi, Osmanlı’nın son dönemlerinde çok ağır acılar yaşandı. Bu topraklarda yaşayan Ermeniler, gayrimüslimler, Rumlar... Sürgünler, katliamlar, soykırımlar, mübadeleler, işgaller, idamlar... Kan revan içinde bir ülke kuruldu. Ve bu ülkenin insanlarının çok dilli, çok kültürlü, çok inançlılığına yakışır güzellikte olmalıydı. Korkularla, paranoyalarla hareket ettiler, Cumhuriyet devrimlerini koruma adı altında kanunlar çıkardılar. Şüphesiz kendi öncülüğünde kurduğu devletin her yerine yön vermek ister kurucu kadrolar.

O günün koşullarında değerlendirmek zorundayız, 2018’den bakarak değerlendirmek yerine. Ama hatalar yaptılar. Kürt sorunu o günden kalan bir mirastır. Çok partili sisteme geçildiğinde çözülmedi. Kimse Kürt sorununu tartışmadı. Kanun çıkartıldı, Türkçe dışında konuşanlar cezalandırılır. Hep bize anlatılır. Çarşıda alışveriş yapan köylünün Kürtçe konuştuğu tespit edilir. Memur ceza yazar, makbuz yazar eline verir. Cezanın niye kesildiği anlayamaz, bilemez. Çünkü memurun konuştuğu dili bilmez. İtiraz eder, bu nedir demeye çalışır, bir daha ceza keser. Kürtçe ile ilgili böyle travmalar yaşandı. Çözmediler.

Türkiye’deki Müslümanlar da kendilerini tehdit altında hissediyordu

Tek parti döneminde CHP yokmuş gibi davranıldı. Çok partili sisteme geçildiğinde, Türkiye başka krizlerle uğraştı. Partiler kendi aralarında ideolojik tartışmalara girdiler, Abdülhamit’ten kalma özellikle İttihatçıların kendi içinde kalma gerilimini, CHP ve DP gerilimi olarak yansıttılar. Çünkü çözülmemiş bir sorun daha vardı, Türkiye’deki Müslümanların sorunu. Yeni devlet laikliği, laikçilik olarak tanımlamıştı, Türkiye’deki Müslümanlar da kendini tehdit altında hissediyordu. 1960 darbesi ile birlikte tam bir kangrene dönüşen sorun haline geldi, Menderes’in idamıyla birlikte.

Bir başka sorun yaşayan kesim Türkiye’nin sosyalistleri ve solcularıydı. Cumhuriyet’in ilk  yıllarında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Mustafa Kemal ile hareket etmelerine rağmen, 1917 Ekim Devrimi ile bağ kurmalarına rağmen, Cumhuriyet kurulur kurulmaz Karadeniz’de gemileri batırıldı. 1970’lerde Türkiye’den Deniz Gezmiş ve arkadaşları adeta Menderes ve arkadaşlarının katledilmesine misilleme olarak idam edilerek katledildiler. Bu yıllarda Kürt sorunu gündeme alınmadı. Biz de keyfimizden almıyoruz demek istiyorum. Var sorun, o yüzden gündemimizde.

İnkarcılıktır, asimilasyondur ülkeyi bölmek

HDP’nin gündeminde olması, HDP’nin bir tercihi değil bir mecburiyetidir. O gün çözselerdi keşke. Ülkemizde, demokratik bir ülke olarak, özgürce, kardeşçe yaşamaya devam edeceklerdi. Ama bu ayrımcılığı yaratan biz değiliz. Kürtler bölücü olarak adlandırılır. Hayır, böyle değildir. Bölücülük yapanlar o zamanlar ülkenin bu hale gelmesine yol açan politikalardır, inkarcılıktır, asimilasyondur ülkeyi bölmek.

Çözmediler çözmediler

Bugünkü siyasetle doğrudan bağlantısı var bu anlattıklarımın. Çünkü fezlekelerde savunmalara geçtiğimizde, tek tek değerlendirme yaptığımızda, partinin Programı’nı savunurken tarihi alt yapıya dayanarak bunu ortaya koyacağım. Parti Programı’nda söylemişiz de, demokratik özerklik, neye dayanarak söylemişiz, neyi amaçlamışız? Çünkü onla ilgili suçlama var. DTK neden var, ne yapmaya çalışmış? Bunu anlatabilmem için bu tarihi alt yapının bilinmesi lazım. Çözüm süreçlerini fezlekelerle bağlantılı olduğu için anlatacağım. Çözmediler çözmediler. 12 Eylül geldi, bütün muhalefeti ezdi geçti, iktidar da dahil. Geriye Kürt sorunu kaldı.

Kürt sorunu bir ayrılık, sınır, bölünme sorunu değildir

Kürt sorunu, partimiz şöyle tanımlar, bir demokrasi sorunudur. Bir ayrılık, sınır, bölünme sorunu değildir. Türkiye’de sınırları içerisinde birlikte yaşamanın demokratik formülüyle çözülebilir ancak Kütlerin sorunu. Nasıl olacak peki? Millet böyle tanımlanmış artık, hatta iktidar partisi programına aldı. Bu halk ne yapacak, nasıl çözecek?

Etnik kimlik bizi bir arada tutamıyor

Bir yandan da diyor ki, başka dillerde eğitim yapılırsa bu da toplumu ayrıştırır, ulusçuluğu geliştirir. İleride bölünme talebine gider, özerklik bölünmenin ön adımı olur. Dolayısıyla bu da Türkiye’nin bekası açısından tehdit olur. Bunların hepsi dikkatlice dinlenmesi, anlaşılması gereken fikirlerdir. Siyasetçinin işi bunların analizini yapmak ve en doğrusu neyse sonuç çıkarmaktır. Partimiz bunu yapmaya çalıştı. Şimdi parti Programı’nda ortaya koyduğumuz şey şu oldu netice itibariyle: Türkiye’de sadece Kürtler de yaşamıyor sadece Türkler de yaşamıyor. Fakat bütün bu 80 milyonluk nüfusu bir arada tutacak, bizleri bir ulus şeklinde motive edecek yeni motivasyon gerekçelerine ihtiyaç var. Daha makul toplum tarafından kabul edilecek. Etnik kimlik bizi bir arada tutamıyor. Başarılı olunsaydı 90 senedir Kürtlerle uğraşılmazdı.

Din tek başına olmuyor. ‘Evet’, Müslümanlık, İslamiyet bu topraklarda önemlidir. Birleştirici unsur, önemli bir kültür; siyaseti, toplumu etkiliyor. Fakat bütün Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını İslam kimliği altında tanımlayamayız. Müslüman olmayan topluluklar da var. Nasıl eşit yurttaş olarak tanımlayacağız şeklinde başka bir formüle ihtiyaç var.

Dil önemli bir unsur. Türkiye’de en çok, yaygın kullanılan dil; dolayısıyla Türkçe’yi birbirini anlama, birbiriyle empati kurma, vatandaşlık kurma, toprakla, devletle bağ kurma açısından önemli bir unsur olarak görebiliriz. Türkçe’yi hepimizin ortak resmi dili olarak görebiliriz. Asimilasyonda etkisi var, medyası da var. İnsanların bir kısmı Türkçe dışında diller de kullanıyor. Türkçe ortak dilimiz olabilir ama tek bir dil yaparsak bu yanlış olur. Partimiz bunu söyledi. Diğer dillere özgürlük alanı açalım. İnsanlar kendi anadilleriyle eğitim yaparken de Türkçe’yi öğrenmeye devam etsinler. Sadece Kürtçe anadilinde eğitim yapan bir çocuk bir genç İstanbul’a tatile gittiğinde, bilmediği bir dille karşılaşacak, Üniversiteyi nasıl okuyacak? İzmir’de çalışmaya nasıl gidilecek?

Batıda yaşayan Kürtçe bilmeyen biri Hakkari’ye gittiğinde, hiç bilmediği bir dilden dolayı tercüman mı kullanacak? Kendi ülkesinde bir yabancılık mı yaşayacak? Bunu önlemenin yolu bütün okullarda Türkçe öğretilsin. Ama kimse bize “bu senin anadilindir” demesin. Kendini Türkçe anadilinde tarifleyen herkese saygı duyalım. İsterse bir Kürt, anadili Kürtçedir, diyor ki, “benim anadilim Türkçedir”. Türkçeyse, Türkçe. Bir şey demiyorum. Kendi tercihidir. Artık etnik kimlikler kültürel bir olgu olarak dünyada öne çıkıyor. Kendini nasıl tarifliyorsa öyle olsun. Bu, devletin vatandaşına tanımlaması gereken bir özgürlük alanıdır. Bu durumda ulusu bir arada tutacak şeylerden biri dil olacak. Resmi dil Türkçe, öbürü de herkesin kendi dilinde eğitim öğretim yapabilme, örgütlenebilme, kültürünü yaşatabilme özgürlüğünü tanımak, gerektiğinde bunun resmi güvenceye almak. (BK)

 



YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI