Bugun...

Kapitalist Devlet Üzerine Geliştirilen Kuramsal Tartışmalar

Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (23) 2012, 1-28

 

KAPİTALİST DEVLET ÜZERİNE GELİŞTİRİLEN KURAMSAL TARTIŞMALAR:

POULANTZAS, MİLİBAND ve LACLAU

THEORETICAL ARGUMENTATIONS ON THE CAPITALIST STATE:
POULANTZAS, MILIBAND and LACLAU

Yrd. Doç. Dr. Berker BANK 1-

 

ÖZET

     Poulantzas, belli bir soyutlama düzeyinden hareketle bir toplumsal oluşumun analizini “siyasal,” “ideolojik” ve “ekonomik” düzeyler arasında kurduğu göreli özerk ilişkiler temelinde kuramsallaştırmaya çalıştı. Böylece devlet, göreli özerk bir niteliğe bürünmüş bir şekilde, bir toplumsal oluşumun “birliğini” ve “tutunum unu” sağlayan bir sınıf aygıtı olarak kavranmış oluyordu. Poulantzas, odak noktasını kapitalist devletin oluşturduğu temel sorunsalı, “yönetici sınıf,” “devlet üyesi seçkinler,” “devlet aygıtları,” “sınıf iktidarı,” “devlet iktidarı,” “üretim tarzı,” “geçerli etki” gibi farklı inceleme alanlarıyla bağlantılı bir şekilde geliştirmiş olsa da, yürütülen bu tartışmaların kuramsal zeminini devletin “göreli özerkliği” düşüncesi oluşturmakta idi. Bu çalışmanın temel amacı kapitalist devlet sorunsalını Poulantzas, Miliband ve Laclau arasında geçen siyasi polemikler üzerinden ele alarak değerlendirmektedir.

Anahtar Kelimeler: İktidar Bloku, Geçerli Etki, Devlet Aygıtları, Devlet İktidar, Üretim Tarzı.

ABSTRACT

Poulantzas tried to conceptualize a social formation analysis at a certain abstraction level based on relatively autonomous relations that he built between “political,” “ideological” and “economic” levels. Thus, the state was comprehended as a class apparatus that maintains the ‘‘unity’’ and ‘‘coherence’’ of a social formation nestled in a relatively autonomous nature. Although Poulantzas developed the fundamental problematic, which is focused on the capitalist state, in connection with a wide range of different areas of study such as “ruling class,” “state-member elite,” “state apparatus,” “class power,” “state power,” “production mode” and “permanent effective”, the theoretical background of this study was the notion of “relative autonomy” of the state. The fundamental objective of this study is to discuss and assess the capitalist state problematic based on the political polemics that occurred between Poulantzas, Miliband and Laclau.

Key Words: Power Block, Permanent Effective, State Apparatus, State Power, Production Mode.

  1. Sinop Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü

 

Kapitalist Devlet Üzerine Geliştirilen Kuramsal Tartışmalar:
 Poulantzas, Miliband ve Laclau

 

Giriş

Kapitalist devlet sorunsalı Marx’ın çalışmalarında dağınık bir biçimde yer almakla birlikte çok defa sınıf, sömürü, baskı, egemenlik gibi farklı sorunsalları inceleme bağlamında kurulan ilişki çerçevesinde ele alınarak değerlendirilmiştir.

Devlet sorunsalına yönelik kuramsal düzeyde yürütülen en belirgin tartışma Bakunin’in, I. Enternasyonal’in Eylül 1872’deki Lahey Kongresi’nde alınan kararlar gereği uzaklaştırılmasıyla sonuçlanacak olan, Marx ile arasında yaşanmıştır. Bakunin’e göre, modern devlet özünde ve hedefleri gereği askeri bir devlettir ve askeri devlet zorunlu olarak saldırgan olmak durumundadır (1991: 21). Marx’ın devrim sonrası sınıfsız, sömürüsüz ve devletin olmadığı bir komünist toplum gerçekleştirme ideali temelinde geçici ve kısa bir süre de olsa “proletarya diktatörlüğü” altında bir yönetimin kurulmasının gerekliliği yönündeki düşüncesi, Bakunin tarafından yoğun bir biçimde eleştiriye uğramıştır. Bakunin’e göre, devrim sonrası geçici bir süre oluşturulması düşünülen proletarya diktatörlüğü, hangi sınıfsal kompozisyon altında gerçekleşirse gerçekleşsin zamanla yönetici konumunda bulunan sınıf ile halk arasında doğacak olan kopukluğun bir sonucu olarak halkın üzerinde yer alan ve her geçen gün ona daha da yabancılaşan küçük bir seçkinler diktatörlüğünün ortaya çıkması biçiminde sonuçlanacaktır (1991: 219). O’na göre, diktatörlüğün kendini idame ettirmekten başka bir hedefi olamayacağı ve bu diktatörlüğe maruz kalan halkın kaçınılmaz bir biçimde sömürülmesine yol açacaktır. Özgürlük halkın başlatacağı bir isyan biçiminde ve işçilerin aşağıdan örgütlenmesiyle gerçekleştirilebilir; devletin olduğu her yerde baskı ve sömürü var olacaktır (Bakunin, 1991: 218-220).

Lenin’in Devlet ve Devrim adlı çalışmasına gelinceye kadar devlet sorunsalıyla ilgili kuramsal çalışmalara ya çok sınırlı ölçüde yer verilmiş ya da sosyalist bir devrimin gerçekleştirilmesi sürecinde stratejik temelde kurulan bir sorun bağlamında ele alınarak, devletin toplum üzerinde genişleyen baskı boyutu ön plâna çıkarılmıştır. Sosyalist bir devrimin nasıl gerçekleşeceği yönündeki stratejik sorunun, 1917 Ekim Devrimi’yle birlikte aşılması yerini daha derin bir soruya bırakır: Devlet nasıl ve ne zaman ortadan kalkacak idi.

Rusya’nın tarihsel gelişiminin özgün koşullarının ortaya çıkardığı feodal ilişkilerin ülke genelindeki yaygınlığı dikkate alındığında, sosyalist bir düzene geçiş sürecinde devletin proletarya diktatörlüğü altında varlığını bir süre daha devam ettirmesi iç dinamiklerin ortaya çıkardığı bir zorunluluk olarak kendini dayatıyordu. Sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum gerçekleştirme ideali temelinde, bir sınıf aygıtı olarak devletin ortadan kalkmasının tarihsel ve siyasal anlamda gerekliliği kuramsal düzeyde kabul edilmiş olsa da, bu ideal somut düzeyde belirsiz bir geleceğe ertelenmiş gibi görünüyordu.

Stalin’in iktidarıyla birlikte devletin ortadan kalkması şeklinde yapılan tartışmaların sürdürülmesi bir yana, devletin varlığına ilişkin yapılan her türlü eleştiriye son verildi. Böylece, devlet, olabildiğince güçlü, toplumsal yaşamın her alanını kuşatacak ve gerektiğinde müdahale edecek bir biçimde etkin hale getirilmiş oldu.

Stalin dönemi SBKP’nin (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) XX. Kongresi’nde Nikita S. Hruşçyov (Nikita Kruşçev diye okunur) tarafından büyük eleştiriye uğradı. Kabul edilen bu Kongre kararlarında şu ifadelere yer verilmekte idi: Yeniçağın ortaya çıkardığı yeni şartlar Leninizmin bazı ilkelerinin geçersiz olduğunu ortaya koymuştur. Böylece, Kongre’de alınan kararlara uygun olarak, Lenin’in emperyalizm çağında savaşların kaçınılmaz olduğu yönündeki iddiasının, içinde bulunulan dönemin dayattığı yeni koşullar itibariyle artık geçersiz olduğu ve kapitalist ülkelerle birlikte barış içinde rekabet halinde yaşama ilkesi kabul edilmiş oluyordu.

Althusser’in düşüncesine göre, Stalin döneminde yapılanlara yönelik geliştirilen eleştiriler yanlış yönden başlayan argümanların bir uzantısı şeklinde ortaya çıkmıştı. O’na göre, Stalin döneminde yaşananlar sol’dan değil, sağ argümanlardan hareketle geliştirilmiş eleştirilerden oluşmakta idi. Marksist bir noktadan hareketle yapılması gereken eleştiri, sınırları burjuva dünya görüşünün vaat ettiği ölçütler tarafından belirlenen demokratizm ve liberalizm ekseninde şekilleniyordu. Dolayısıyla, özgürlük, insan bireyi, hümanizm, yabancılaşma, şeyleşme gibi kavramlar yürütülen siyasi mücadelenin temel belirleyici öncüllerini oluşturacak bir biçimde konumlandırılmış durumdaydı.

Marx’ın Stalin sonrası yayımlanan 1844 Felsefi El Yazmaları adlı çalışması, Marx’ın hümanist bir yorumunu kabul edenlerin iddialarının felsefi düzeyde temel dayanak noktasını oluşturmakta idi. Marx’ın düşüncelerinin hümanist felsefeye dayalı yorumu farklı dönemlerde farklı biçimler altında ortaya çıktı. Avrupa’da faşist rejimlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, burjuvaziyi oluşturan farklı katmanların faşizme karşı desteğini almak ve onları ortak bir mücadele temelinde örgütlemek amacıyla Marksist-Hümanist ideolojiye dayalı politikalar geliştirildi.

Siyasal düzeyde belirli uzun vadeli politikaların bir uzantısı olarak hümanist ideolojinin sınırlarını belirlediği ölçüde çeşitli argümanlardan yararlanmak, kısa vadeli politik beklentiler temelinde şekillenen toplumun genel eğilimi dikkate alındığında anlaşılır bir şey olarak görülebilirdi. Ancak, zaman içinde bu argümanların Marksist öğretinin birer parçası haline geldiği, Marksist yöntem bilimini işletecek temel anahtar kavramlar olarak kullanılmaya başlandığı zaman Althusser buna karşı çıktı. O’na göre, hümanist yorum Çağdaş Marksizm için temel bir ikilem oluşturmakta idi. Dolayısıyla da mevcut sorunun giderilmesine yönelik bir girişim geçmişe dönük pişmanlıklardan hareketle değil, kuramsal düzeyde yapılan çalışmalarla çözülmeliydi. O’na göre, Marksizmin özü hümanist bir felsefeye dayalı olarak kuramsallaştırıldığı takdirde, analizin merkezi de insanın özü olacaktı. O zaman da Marksist felsefenin amacı insanın özünü ve temel ihtiyaçlarının araştırılması şeklinde belirecekti. Oysaki, tarih insan özü çerçevesinde oluşmaz. Althusser’e göre, Marksizm bir tarih bilimidir. Tarih, Marksizmin kendi özgün kavramları temelinde kavranmaya çalışıldığı öznesiz bir süreci ifade eder. İdeolojinin tarihi kendi dışında aranması gerektiği şeklindeki Althusser’in ifadesi de, bu kuramsal çerçevede ele alınarak değerlendirilmelidir.

Poulantzas’ın, sınıf, iktidar, ideoloji ve egemenlik gibi siyaset biliminin odağını oluşturan temel kavramlarla doğrudan bağlantı kurarak yeni temalar üzerinden hareketle geliştirdiği kuramsal çözümlemeleri, kapitalist devletin işleyişine yeni bir boyut kazandırdı.

Poulantzas, odak noktasını kapitalist devletin oluşturduğu temel sorunsalı, “yönetici sınıf,” “devlet üyesi seçkinler,” “devlet aygıtları,” “sınıf iktidarı,” “devlet iktidarı,” “üretim tarzı,” “geçerli etki” gibi farklı inceleme alanları üzerinden geliştirmiş olsa da, yürütülen bu tartışmaların kuramsal zeminini devletin “göreli özerkliği” düşüncesi oluşturmakta idi.

Poulantzas, belli bir soyutlama düzeyinden hareketle bir toplumsal oluşumun analizini siyasal, ideolojik ve ekonomik düzeyler arasında kurduğu göreli özerk ilişkiler temelinde kuramsallaştırmaya çalıştı. Böylece ekonomik düzey karşısında yasal-siyasal düzeyi oluşturan devlet, göreli özerk bir niteliğe bürünmüş bir şekilde, bir toplumsal oluşumun “birliğini” ve “tutunumunu” sağlayan bir sınıf aygıtı olarak kavranmış oluyordu.

Tarihsel koşullar tarafından belirlenmiş verili bir toplumsal oluşuma bağlı olarak gelişen kapitalist devletin çeşitli düzeyler karşısında “göreli özerk” bir biçimde konumlanışı, onu yeni bir tarihsel blokun oluşumunda veya çözülüşünde bir “araç” olarak kavranışını olanaksız hale getirmektedir. Dolayısıyla, devlet ne sınıfların devlete boyun eğdirdiği edilgen bir araç olarak “nesne,” ne de devletin sınıflara boyun eğdirdiği etken bir araç olarak “özne” biçiminde düşünülmelidir. Devlet, tüm sınıf çelişkilerin yoğunlaştığı bir ilişkidir. O halde yapılması gereken devleti şu ya da bu sınıfın basit bir baskı aracı haline indirgeyen tekelci devlet kapitalizminden farklı olarak, onun sınıfsal niteliğini göreli özerklik düşüncesi temelinden hareketle açığa çıkarıp, kavramak olmalıdır.

Bu çalışmanın temel amacı kapitalist devlet sorunsalını Poulantzas, Miliband ve Laclau arasında geçen siyasi polemikler üzerinden ele alarak değerlendirmektedir.

  1. YÖNETİCİ SINIF

Miliband, şirket yöneticiliği (management) sorunsalına ilişkin olarak bir takım kuramsal çözümlemeler geliştirirken, bunu yönetici sınıf (ruling class) kavramı üzerinden hareketle yapmaya çalışır. O’na göre, sosyo-ekonomik açıdan gelişmiş ileri kapitalist toplumlarda özel mülkiyet ve denetimizmin bölüşümü ekonomik iktidarı “girişimcilerden” “yöneticilere” aktarılması şeklinde ortaya çıkmaktadır. O’na göre, şirket yöneticilerinin faaliyetlerinin amacı kâr etme şeklinde ortaya çıkması bu sınıfı (şirket yöneticileri) burjuvazinin bir parçası haline getirir.

Poulantzas’ın düşüncesine göre, şirket yöneticilerinin dar anlamda mülk sahibi olarak hiçbir çıkarı yoktur, dolayısıyla da kendi çıkarları olarak kâr peşinde koşmazlar. Başka bir deyişle, şirket yöneticilerinin davranış güdüleri kâr etme yönünde değil, büyüme ya da gelişme yönünde ortaya çıkmaktadır. Şirket yöneticilerinin iktisadi faaliyetlerinin amacının kâr etme eğiliminde ortaya çıkacağı şeklindeki bir düşünceden hareket ederek, bu sınıfın kapitalist sınıfa mensup olduğunu iddia etmek büyük bir hata olur. Çünkü, faaliyetlerinin amacı kâr2 etmeye yönelik olmayan kapitalistler de olabilir. Örneğin göreli daha ufak işletmelerde yer alan küçük burjuvazinin durumu bu şekilde açıklanabilir. Dolayısıyla, kâr etme eğilimi yönünde bir iktisadi faaliyet içinde bulunmak kapitalist sınıfa mensup olmanın temel göstergesi olamaz. Poulantzas, Marx’tan yaptığı bir alıntıdan hareketle kârı, “…gerçekleşen artı değeri adlandıran nesnel bir kategori” olduğunu ve kapitalist sistemin temel çelişkisinin onun toplumsal karakteri ile özel amaçları arasındaki çelişkiye indirgenemeyip, fakat aynı zamanda üretici güçlerin toplumsallaşması ile onların özel mal edinmeleri (approprication) arasındaki çelişkide aranması gerektiği şeklinde tanımlamaktadır. Poulantzas, Marx’tan yaptığı bu alıntıdan hareketle üzerinde durulması gereken şu noktaya işaret eder: Emeğin toplumsal bir nitelik kazanması ile emek ürünü malların küçük bir azınlığın elinde toplanması arasındaki çelişki (1969: 70). Dolayısıyla, sermaye birikiminin bireysel çıkarı esas alan niteliği ile emeğin toplumsal niteliği arasındaki çelişkiden hareketle yapılacak sınıflar arasındaki bir ayrımda yönetici sınıfı işçi sınıfının bir parçasını oluşturacak şekilde düşünülmesi mümkün değildir.

Poulantzas, tarihsel koşullar tarafından belirlenmiş verili bir toplumsal oluşuma bağlı olarak sınıflar arasında bir ayrım söz konusu olduğu zaman dikkate alınması gereken temel belirleyici ölçütün sermayeye ait olan “ekonomik mülkiyet” oluşturduğunu düşünür. O’na göre, şirket yöneticileri

2 Poulantzas burada geçen kâr kavramıyla, “artı değer”in (surplus value) üretimi sonrasında elde edilen geliri ifade etmeye çalışmıştır. Marx’ın çalışmalarında ifade bulan bu kavram, “gerekli emekten” farklı olarak “ek emek”in üretim süreci sonrasında elde edilen geliri belirtmektedir.

burjuvazinin sahip olduğu ekonomik mülkiyetin yalnızca işletme yetkisini kullanır. Dolayısıyla, kapitalist mülkiyetin ifade ettiği ilişkiler dikkate alındığında şirket yöneticilerinin kapitalist sınıfın bir parçasını oluşturduğu şeklindeki bir düşünceyi kabul etmek güç bir iddia haline gelecektir. Miliband ise, şirket yöneticilerini kâr etme güdülerine göre tanımlamakta, dolayısıyla da şirket sahipleriyle şirket yöneticilerini kapitalist sınıfı oluşturacak şekilde bir bütün olarak özdeşleştirmektedir. Böylece, şirket yöneticileri kapitalist bir faaliyet içinde kâr etme dürtüsü temelinde tanımlanmış olmakla kalmayıp, burjuvazinin bir parçasını oluşturacak şekilde toplumsal ilişkilerde konumlandırılmış olmaktadırlar. Poulantzas’a göre, kapitalist bir toplumsal oluşum içinde yönetici sınıfın konumu belirlenirken davranış güdüleri esas alınarak değil, onları üretim sürecindeki konumları ve üretim araçlarıyla olan mülkiyet ilşkileri temelinden hareketle tanımlanmalıdır (1969: 71-2).

 

  1. DEVLET ÜYESİ SEÇKİNLER VE DEVLETİN GÖRELİ ÖZERKLİĞİ

Miliband, kapitalist sınıf mensuplarının devlet aygıtına ve hükümete doğrudan veya dolaylı olarak katıldıklarını düşünür. Miliband, devlet aygıtının (state aparatus) mensupları (bürokrasi) ile yönetici sınıf arasında kurduğu ilişkiden hareketle şu sonuca ulaşır: (a) Devlet aygıtı üyelerinin toplumsal kökenleri itibariyle yönetici sınıfa mensup olduğuna, (b) yönetici sınıf üyeleriyle devlet aygıtı üyeleri arasında kişisel nüfus, statü ve çevre bağlarının kurulduğuna (1969: 72). Böylece Miliband, kapitalist “devlet üyeleri” (seçkinler veya bürokrasi) ile “yönetici sınıf” arasında kurduğu “sınıf,” “statü” ve “çevre” faktörüne dayalı ilişkiden hareketle kapitalist devletin işleyişini kavramaya çalışır. Poulantzas’a göre, geliştirilen bu kuramsal çözümlemeler Miliband’ı ortodoks tekelci devlet kapitalizmini esas alan düşünceye daha da yakınlaştırmıştır.

Tekelci devlet kapitalizminin SBKP’nin (Sovyetler Birliği Komünist Partisi) 22. Kongresi’nde kabul edilen tezine göre, emperyalist aşamada devlet tekelci kapitalizm ile uzlaşmış durumdadır. Tekellerin yapısı ve her geçen gün daha da büyümesi devletin kapitalizmin yeniden üretim sürecinde finans oligarşisi yanında müdahalesine yol açar. Tekelci devlet kapitalizmi tekellerin gücü ile devletin gücünü iç içe geçerek tekellerin zenginleşmesi ve işçi sınıfının mücadelesinin bastırılmasına hizmet eder. Poulantzas, kapitalist devletin işleyişini, tekellerle devletin iç içe geçmişliği iddiasına dayandıran tekelci devlet kapitalizmi ile burjuvaziyle aynı sınıfsal kökten gelen kişilerin devlet aygıtlarında yer aldığını savunan Miliband’ın görüşleri arasında kuramsal açıdan bir benzerlik olduğunu düşünür. Dolaysıyla, Poulantzas, Miliband’ın bu yorumunun kapitalist devletin “göreli özerkliğini” tamamıyla ortadan kaldırdığı iddiasında bulunur.

 

Poulantzas, kapitalist sınıf üyelerinin devlet aygıtına ve hükümete katılmalarının, kapitalist devlet sorunsalının önemli bir bölümünü oluşturduğu kanısında değildir. Çünkü, burjuvazi ile devlet arasında ortaya çıkan bağ nesnel bir ilişkiyi ifade eder. Somut toplumsal formasyondaki devletin işleviyle aynı formasyonda yer alan egemen sınıf çıkarları arasında bir örtüşme varsa, bu durum, kapitalist sistemin kendi mantığından ötürü böyledir. Yönetici sınıf üyelerinin devlet aygıtına doğrudan katılmaları neden değil bir sonuçtur (1969: 73). Miliband, kapitalist devletin işlevi ile egemen sınıfın çıkarlarının örtüşmesinin nedenlerini, egemen sınıfların bir parçası olarak düşünülen yönetici sınıflar ile devlet aygıtlarında yer alan görevliler arasında doğrudan veya dolaylı olarak kurulan yakın ilişkide aranması gerektiğini düşünür.

Poulantzas’a göre, Miliband, verili bir toplumsal formasyona dayalı gelişen kapitalist devleti bir toplumun birleştiricisi, bir sistemin üretim koşullarının yeniden üretimini gerçekleştirme etmeni ve bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerindeki egemenliğinin kendi belirleyeni olduğunu görseydi, yönetici sınıfın hükümete doğrudan ya da dolaylı olarak katılmasının veya devlet aygıtı görevlileriyle girilecek olan yakınlık ilişkisinin kapitalist devletin işlevinde herhangi bir şeyi değiştirmeyeceğini görürdü (1969: 73).

Miliband, devlet aygıtında (ordu, polis, yargı ve idari bürokrasi) yer alan görevlilerin davranışlarıyla yönetici sınıf çıkarları arasında doğrudan bir ilişki kurmaktadır. Miliband, bu iddiasını iki biçimde temellendirmeye çalışır: Yüksek kademeli memurların toplumsal kökenlerinin yönetici sınıfa dayandığını göstererek ve devlet görevlileri ile yönetici sınıf arasında kurulan kişisel bağı vurgulayarak. O’na göre, devlet aygıtının kollarından biri veya bir kaçının diğer kollar üzerinde açığa çıkan egemenliği, yönetici sınıfın üst düzeylerine mensup olanlarıyla girilecek doğrudan veya dolaylı ilişkiye bağlı olarak sürekli değişiklik gösterir. Mesela, ortaya çıkan bir takım siyasi gelişmelere bağlı olarak askeri sınıfın silah harcamalarının artmasıyla birlikte bu ihtiyaca cevap vermek amacıyla yönetici sınıfın yüksek kesimleriyle ekonomik ilişki içine girilmesi askeri kolun devlet aygıtının diğer kolları üzerindeki egemenliğinin artması anlamına gelecektir. C. Wright Mills de Miliband’ın devlet seçkinlerine ilişkin geliştirdiği kuramsal çözümlemelerinde olduğu üzere benzer iddialarda bulunur. O’na göre, iktidarı elinde bulunduran üç temel grup vardır: devlet hiyerarşisi (bürokrasi), şirket hiyerarşisi ve ordu hiyerarşisi (1974: 11). Mills, kapitalist devletin işleyişini bu üç grup arasında gelişen kişisel ilişkiye indirgeyerek açıklamaya çalışır. O’na göre, bu üç grubun ifade ettiği iktidar seçkinleri büyük ve önemli sonuçlara yol açacak kararları alabilecek durumdadırlar. Çünkü, bu tür insanlar modern toplumun kuruluş ve hiyerarşilerini yönetecek komuta merkezlerinde yer alırlar. Özetleyecek olursak Mills, kapitalist devletin işleyişini devlet seçkinleri ile büyük şirket sahiplerinin arasında kurulan yakın ittifaka dayandırarak açıklamaya çalışır (1974: 7-8).

Mills ile Miliband’ın verili yapılara iktidar olma yeteneği atfediyor oluşu onları araçsalcı devlet anlayışına yaklaştırır. Poulantzas, Miliband’ın bu kuramsal çözümlemelerini çok betimleyici olduğunu düşünmektedir. O’na göre, devletin birliği içinde yaşanan değişim, üretim ilişkilerinde ortaya çıkan değişime ve sınıf mücadelesinde yaşanan gelişmelere bakarak anlaşılmalıdır. Devlet aygıtının çeşitli kolları arasında ortaya çıkacak bir takım yer değiştirmeler devlet aygıtı sisteminin tümüne dayalı olarak kendi içsel birliğinin değişmesi tarafından belirlenir; bu değişimi tetikleyen faktör ise, üretim ilişkilerinde yaşanan değişime ve sınıf mücadelesinde ortaya çıkan gelişmelere bağlıdır (1969: 74-5).

Poulantzas’a göre, devlet aygıtı üyelerinin toplumsal kökenleri bakımından farklı sosyal sınıflara mensup oldukları halde özgün bir içsel birliğe göre iş görürler. Sınıfsal konumları (situation) onları birleştiren etmen olan sınıfsal duruma (position) oranla daha geride kalır (1969: 74). Bir başka deyişle, devlet aygıtında yer alan görevlileri birbirine bağlayan etmen devlet aygıtına mensup olmaları ve nesnel işlevi olarak kapitalist devletin nesnel rolünü yerine getirilmesinin gerekliliğidir. Özgün ve göreli birleşmiş toplumsal bir kategori olarak bürokrasi, aynı sınıfsal kökten geldikleri için ya da yönetici sınıfla aralarında kurulan yakın kişisel ilişkiler nedeniyle değil, içsel birliği devletin nesnel rolünün yerine getirilmesinden kaynaklandığı için yönetici sınıfın hizmetinde bulunmaktadır. Devletin yönetici sınıflar karşısında göreli özerk olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Eğer kapitalist devlet aygıtı üyeleri ile yönetici sınıf mensupları arasında kurulan yakınlık ilişkisinden veya aynı sınıfsal kökten gelmek gibi toplumsal konumundan hareketle devletin işleyişi anlamaya çalışılırsa devletin göreli özerkliği ortadan kalkmış olur.

Poulantzas’a göre, Kapitalist devletin işleyişi burjuvazi ile devlet seçkinleri arasında ortaya çıkan kişisel yakınlığın bir sonucu olmadığı gibi, sistemin çözülüşü de bu yakınlığın ortadan kalkması şeklinde sonuçlanmaz. Kapitalist devletin işleyişi devlet seçkinlerinin şu ya da bu sınıfla kurduğu kişisel ilişkinin yakınlık derecesine indirgenemez. Burjuvazi ile devlet seçkinleri arasında ortaya çıkan yakınlık farklı ülkelerde, farklı derecelerde ve farklı biçimler altında ortaya çıkabilir. Ancak, bu durum, kapitalist devletin işleyişinin bir dayanak noktasını oluşturmaz. Eğer devlet seçkinleriyle burjuvazi arasında bir yakınlık ilişkisi varsa, bu kapitalist sistemin işleyişine içkindir. Aksi takdirde tekelci devlet kapitalizmine dayalı yapılan yorumda olduğu gibi, devleti burjuvazinin doğrudan bir baskı aygıtı haline geldiği yönündeki görüşü kabul etmek gerekecektir.Miliband, toplumsal köken, sınıfsal konum ve ideolojik eğilimine bakılmaksızın hükümetin ve devlet seçkinlerinin (bürokrasi) kapitalist sistemin yapısal sınırlamalarına hedef olduklarını kabul eder. Ancak, Miliband şunu da vurgulamadan geri durmaz: Bu nesnel ilişkilerin belirleyiciliğinin bir sınırı olması gerekir. Aksi takdirde özneler yapının basit birer taşıyıcıları haline gelecek ve tarihsel dönüşüm süreçlerinde öznenin oynadığı etkinlik ortadan kalkacaktır. Oysaki, Poulantzas’ın nesnel ilişkilere gereğinden fazla ağırlık vermesi devletin yaptığı her şeyin en ince ayrıntılarına kadar bu nesnel ilişkiler tarafından belirlenmesiyle sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla, sistemin yapısal baskıları, devletin işlemesini sağlamakta ve sistemin onlara empoze ettiği politikaların sadece görevlileri ve uygulayıcıları durumuna getirmiş olmaktadır. Miliband’a göre, Poulantzas’ın getirdiği tek şey yönetici sınıf kavramı yerine nesnel yapılar ve nesnel ilişkiler kavramını ön plâna çıkarmış olmasıdır. Ancak, Miliband, Poulantzas’ın bu bakış açısının doğru olduğu kabul edilmiş olsa dahi, kendi iddiasının yerini alabilecek kuramsal açıdan güçlü önermelere sahip olmadığını düşünür. Çünkü, yönetici sınıf sistemin hâkim bir öğesi olduğuna göre devlet seçkinlerinin bu sınıfa bağlandığı noktaya geri dönülmüş olunuyor (1970: 57). Kapitalist devlet yönetici sınıf eliyle onun emirlerini yerine getirmek üzere yönetilmiyor; devlet bu işlevini özerk olarak, ama sistemin kendisine koyduğu nesnel ilişkiler nedeniyle yerine getirmiş oluyor. Dolaysıyla, Miliband, II. ve III. Enternasyonal’in devletin işleyişine gereği kadar önem vermemesinin nedenlerini ekonomizme bağlayan Poulantzas’ın da benzer bir hatayı “yapısal determinizm” ya da “yapısal üst determinizm” biçiminde yaptığını; bu hatanın da devlet ile sistem arasındaki diyalektik ilişkinin ele alınmasını imkânsız hale getirdiği iddiasında bulunur (1970: 57).

Miliband, sınıflı toplumlarda devletin amacının egemen olan sınıfın ekonomik çıkarlarını korumak ve bu sınıfın ekonomik çıkarlarını sürekli olarak güvence altına almak olduğunu düşünür. Eğer devlet seçkinleri, Poulantzas tarafından ileri sürüldüğü gibi, bütünüyle nesnel yapılar içinde hapsedilmiş olunursa, iktidara gelen sosyal demokrat partiler ile faşist partiler arasındaki temel belirleyici farklar ortadan kalmış olacaktır. Sosyal demokrat bir hükümetin devlet personelinde yapacağı herhangi bir değişimin devletin doğasını ve rolünü değiştirmeyeceğini söylemek ne kadar aşırı sol sapmaysa; bunun bir değişime yol açacağını düşünmek de o kadar sağ sapmadır (1970: 58).

Laclau, Miliband’ın Poulantzas’a yönelttiği yapısal üst-determinizm şeklindeki eleştirisinin doğru olduğunu kabul eder. Ancak, yapısal belirlenimin, yani nesnel ilişkilerin belirleyiciliğinin devletin göreli özerkliğini ortaya koymasına engel olacağı şeklindeki Miliband’ın kuramsal çözümlemelerinin yanlış olduğunu düşünür. O’na göre, burjuvaziyle kapitalist devlet arasındaki bağın nesnel niteliği ile bu devletin göreli özerkliği arasında hiçbir uyuşmazlık yoktur. O’na göre, Poulantzas, kapitalist devletin göreli özerkliğini iki farklı görünümü içinde incelemektedir. Devletin birinci görünümü altında incelenmesi, ekonomik düzey ile siyasal düzey arasındaki ayrımdan hareketle, üretim, tüketim ve dolaşım arasındaki ilişki ve devletin kapitalist üretim tarzı içinde tanımını esas alır. Devletin ikinci görünüm altında incelenmesi ise, sosyal formasyon ile kapitalist üretim tarzı içinde sınıfların ve sınıf mücadelesinin özgün oluşumunu ifade eder (1976:71).

Laclau’ya göre, Poulantzas için ekonomik düzey ile siyasal düzey arasındaki ayrım kapitalizmin değişik aşamalarına ve evrelerine bağlı olarak kapitalist devletin göreli özerliğini incelememiz için gerekli çerçeveyi sağlar ve bu çerçevenin aldığı somut biçim herhangi bir zamanda geçen sınıf mücadelesinin konjonktürüne bağlı olarak gerçekleşir. Ekonomik düzey ile siyasal düzey arasındaki ayrım sınıfların yapısının aldığı özgün biçimden başka bir şey değildir (1976: 72).

Laclau’ya göre, göreli özerklik kavramsallaştırması Poulantzas’ın bakış açısından hareket edildiği takdirde yapısal bir öğe olarak karşımıza çıkmaktadır. Başka bir deyişle, göreli özerklik kapitalist üretim tarzına tekabül eden çeşitli düzeyler arasında gerçekleşen özel bir eklemlenmenin sonucunda ortaya çıkar. Bu anlamda, sistemin bütününün bir başka belirleyicisi de bu göreli özerklik olmaktadır. Göreli özerklik yapısal eklemlenmenin hem bir sonucu hem de belirleyeni olarak ortaya çıkmaktadır (1990: 106). Dolayısıyla, sınıf ile devlet arasında kurulan nesnel bağ Miliband’ın iddialarının aksine devletin göreli özerkliği düşüncesiyle çelişmez.

Miliband, Poulantzas’ın “göreli özerk” dediği şeyin ne kadar göreli olduğu ve bu göreliliğin hangi durumlarda artıp azaldığına ilişkin ikna edici düzeyde bir açıklamanın olmadığını düşünür. O’na göre, Poulantzas’ın “yapılar” ve “düzeyler” dünyasının tarihi ya da çağdaş gerçeklikle temsil ettiği noktalar o kadar az ki, somut konjonktürün siyasal analizi diye adlandırdığı şeyi yapmasına olanak tanımıyor. Bu nedenle Miliband, önceki makalesinde Poulantzas’a yönelttiği “yapısal üst-determinizm” şeklindeki eleştirisini daha da keskinleştirerek “yapısal soyutlamacılık” biçiminde değiştirir (1973: 85-6).

Laclau, yapısal üst-determinizm yönündeki bir eleştirinin kaçınılmaz olarak çeşitli devlet ve hükümet biçimlerine karşı bir kayıtsızlığa götüreceği yönündeki Miliband’ın düşüncesine karşı çıkar (1990: 107). O’na göre, Miliband, “göreli” sıfatının öznelerin bilinçli etkinliğinde bir sınırlandırma oluşturacağı endişesini taşımaktadır. Daha açık bir dille ifade edecek olursak Miliband, Poulantzas’a yönelik geliştirdiği “yapısal üst-determinizm” şeklindeki eleştirisinden hareketle özneleri yapıların birer taşıyıcısı haline geleceğini ve hükümet değişimi olsa dahi, bu değişim yapının çok önceden koyduğu sınırlamalar içinde gerçekleşeceğinden ötürü aslında hiçbir şeyin değişmeyeceğini düşünmektedir. Laclau’ya göre, sorun ortaya bu biçimde konulduğu takdirde faşist kurumlar ile burjuva demokratik kurumlar arasındaki temel fark da ortadan kalkmış olacaktır. Oysaki, Poulantzas, özerkliğin göreli niteliğini bir yapısal belirlenimler durumuna ait olduğuna işaret etmekte ve özel bir öğe olarak özerklik kavramının sadece bu yapısal belirlenimler içinde işlenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bütün içinde bir yapı göreli olsa bile, onun bir özerkliğe sahip olması için bu bütünün “yapılardan” oluşması gerekir. Bütünü meydana getiren tek bir yapı olsaydı, o zaman özerklikten söz edilemezdi. Bu nokta da Miliband’ın eleştirirsi anlamlı olabilirdi. Ancak Poulantzas, “özerklik” atfettiği göreli niteliğin bir yapısal belirlenimler dünyasına ait olduğuna işaret etmekte ve özel bir öğe olarak sadece yapının belirlenimi içinde özerklik kavramını işlemektedir (Laclau, 1990: 108).

Sonuç olarak, egemen sınıflar ile iktidarı elinde tutan gruplar arasındaki ilişkinin niteliği söz konusu olduğunda göreli özerklik tartışması Poulantzas ile Miliband arasında yanlış anlaşılmadan kaynaklanan bir belirsizlik yaratmaktadır. Miliband, iktidarı elinde tutan güçlerle egemen sınıflar arasındaki bağlantıyı kuran somut ilişkiyi vurgulamaktadır; Poulantzas ise, kapitalist üretim tarzında siyasal düzeyin özerk niteliğini kuramsal düzeyde göstermeye çalışmaktadır (Laclau, 1990: 109).

Poulantzas, siyasal düzeyin yalıtılmış olduğunu, dolayısıyla da bu düzeyin kuramsallaştırılabileceğini ileri sürer. Poulantzas tarafından geliştirilen devletin göreli özerliği kavramının amacı, kapitalist devletin, kapitalist üretim tarzının ekonomik ve siyasal karakterinin göreli ayrılıklarından doğan, yapısal özerkliğini vurgulamaktır. Marksist devlet kuramı içinde kabul gören bu terim zamanla Poulantzas’ın yüklediği anlamı kaybederek, araçsalcı devlet anlayışına karşı yürütülen mücadelenin zeminini oluşturdu (Gülalp, 1993: 45, 50).

Yapısalcı anlayışa göre, kapitalist toplumda siyasal kerte göreli özerkliğe ulaştığına göre, kapitalist devlet de göreli özerkliğe sahip olmalıdır. Poulantzas, bu kavrayıştan hareketle şu sonuca ulaşır: Kapitalist üretim tarzının kertelerinin özerk oluşu devletin ekonomik kerte karşısındaki göreli özerkliğiyle aynı anlama gelir. Kapitalist üretim tarzının kertelerinin özerkliğiyle ilgili bu argüman, Poulantzas’ı kapitalist devletin göreli özerkliğiyle ilgili sonuca götürür. Poulantzas bir adım daha ileri giderek argümanını devletin ekonomi karşısındaki özerkliğinin, aynı zamanda egemen sınıflar karşısında da özerk olduğu şeklinde genişletir (Gülalp, 1993: 50). O’na göre, siyasal gücün kullanılmasının merkezi olarak devletin işlevi bir toplumsal oluşumun birliğini ve tutunumunu sağlamaktır (Poulantzas, 1978: 44-5). Kapitalist devlet bir yandan egemen sınıfların siyasal birliğini sağlarken, diğer yandan da bağımlı sınıfların örgütlenmesini dağıtarak kürese işlevini yerine getirir. Devlet bu küresel işlevini siyasal düzeyin en üst noktada yoğunlaşmış şekli olan halkın örgütlenmiş ulusal birliği görünümü altında gerçekleştirerek, sınıf mücadelesini özgün bir yoldan yadsımış olur.

Poulantzas, modern devleti tekelci sermayenin itaatkar bir aracından başka bir şey olmadığı yönündeki görüşe muhalif olarak devletin karmaşık bir toplumsal ilişki olduğu fikrini ön plana çıkarır. Poulantzas sınıfları devletin dışında ve devletten bağımsız olarak var olan ve devleti pasif bir biçimde kullanma yeteneğine sahip basit ekonomik güçler olarak görmez. Çünkü, sınıf ya da sınıf fraksiyonunun politik etkisi kısmen devletin kurumsal yapısına ve devlet iktidarının etkisine bağlıdır. Sınıf mücadelesi sivil toplumla sınırlı olmayıp, aynı zamanda devlet aracının tam kalbinde üretilmektedir. Böylece, Poulantzas, sınıf mücadelesini tarihin iki kurucu öğesinden biri olan üstyapıyı devletin ideolojik aygıtları ile baskı aygıtını içine alacak şekilde genişleterek, ekonomik yapı ile diyalektik bütünlük içinde kavramış olur (Bank, 2012: 27-31). Poulantzas kapitalist devleti sermaye birikimini kesintisiz bir şekilde sürdürebilmesi için toplumsal tutunumun sağlanmasında nesnel bir işlevinin olduğunu düşünür (1978: 44-50; 1974: 78- 81). Dolayısıyla Poulantzaz, Miliband’ın, devleti kapitalist toplumda yapısal olarak belirlenmiş rolünden çok kendisini kontrol eden bireysel insan öznesine göre tahlil etiği için eleştirir (1978: 67-78). Jessop’a göre, Miliband’ın tahliline ve tekelci devlet kapitalizmine karşı eleştirileri sağlam olsa da, Poulantzas kapitalist devletin işleyişine yönelik bütünüyle tatmin edici bir açıklamasını yapamamıştır. Poulantzas devleti bir toplumsal oluşumun birliğini ve tutunumunu sağlayan küresel rolü çerçevesinde değerlendirirken, bunu birbiriyle çelişen iki farklı görüş altında ortaya koyar. Birinci görüşte, bir toplumsal oluşumun tutunumu (cohesion) için yeterli koşulun bir iktidar bloğunun tekelci sermayenin hegemonyası altında başarılı bir şekilde örgütlemesi olarak tanımlanmaktadır. Bu sav, devlet iktidarının etkin uygulanmasında temel ekonomik kısıtlamaları göz ardı etmektedir ve devletin tekelci sektörden çok iktidar bloğunun bir aracı olduğunu vurgulamaktadır. İkinci görüşte, devlet iktidarının etkilerinin zorunlu olarak kapitalizmin hakimiyetiyle kuşatıldığını ve dolayısıyla, uzun vadede, sadece hakim sınıfın çıkarlarına karşılık verebileceği şeklindeki indirgemeci görüşü benimser (Jessop, 1990: 30). Bu son iddia çerçevesinde değerlendirildiğinde, toplumsal tutunumun devletin nesnel işlevi sayesinde yerine getiriyor olması nedeniyle devlet aygıtının hangi sınıf tarafından kontrol edildiği tam olarak anlaşılamamaktadır. Poulantzas’ın nesnel yapılar olarak toplumsal sınıflar ile devlet arasındaki ilişkileri düzenli bağlantılar sistemi olarak kavramsallaştırmaya çalışması Clarke tarafından da eleştirilmiştir. Clarke, toplumsal sınıflar ile devlet arasında yapılan ayrımın nesnel belirlenimler dünyası içinde gerçekleşen burjuva sosyolojisine ait bir ayrım olduğu noktasından hareketle, yapısalcı işlevselci sosyoloji kavramının yeniden üretildiğini düşünür (2004: 94). Dolayısıyla, Clarke, O’nun yapısal determinizminin bireye ya da toplumsal özneye hareket alanı tanımadığı kanısındadır (2004: 132-33).

Jessop’a göre, Poulantzas’ın göreli özerklik kavramı temelinde geliştirdiği yorumlar birbiriyle uzlaşmayan iki aşırı uç arasında salınmaktadır. Devleti ya ekonomiden tamamıyla bağımsız ilan etmekte ya da bağımsızlığını reddetmektedir. Jessop’a göre, bu iki görüş bir araya gelse bile kapitalist devletin işleyişini anlamaya yönelik kendi içinde tutarlı bir görüş olamayacağından Poulantzas’ın analizini kuşkulu hale getirmektedir (1990: 30).

 

  1. KAPİTALİST DEVLETİN AYGITLARI

Poulantzas, devleti “baskı aygıtı” ve “ideolojik aygıtlar” olmak üzere iki temel ayak üzerine oturtur. Bu bakış açısı çok büyük ölçüde Althusser’in etkisinin hâlâ devam etmekte olduğunu gösterir. Poulantzas, ideolojik aygıtları kapitalist devletin bir parçasını oluşturduğu yönündeki iddiasını kuramsal düzeyde şöyle temellendirmeye çalışmaktadır: (a) Devlet bir toplumsal formasyonun “birliğini” ve “tutunumunu” sağlayan ve sınıf egemenliğini koruyacak bir toplumsal sistemin üretim koşullarını yeniden üreten bir düzey olarak tanımlanıyorsa, ideolojik aygıtların da bütünüyle bu işlevi yerine getirdiği açıktır. Dolayısıyla, bu aygıtları devlete ait ideolojik aygıtlar olduğunu söyleyebiliriz. (b) İdeolojik aygıtların varlığı ve işleyişi devletin baskı aygıtının bizzat kendisine bağlıdır. Çünkü, devletin ideolojik aygıtlarının üstlendiği işlevleri devletin baskı aygıtı olmadan yerine getiremezler. Kuşkusuz devletin baskı aygıtı doğrudan ideolojik aygıtların işleyişinin her evresine müdahale etmez. Ancak, devletin baskı aygıtı sürekli olarak ideolojik aygıtların işlevlerini yerine getirmesi için onların arkasında durur, onları savunur, onaylar ve bu aygıtların çalışmalarını belirler. (c) Kapitalist devletin biçiminde ortaya çıkan her önemli değişim sadece devletin baskı aygıtının kollarının karşılıklı ilişkilerinde yaşanan değişimi değil, aynı zamanda hem devletin ideolojik aygıtlarının kendi aralarındaki değişimini hem de baskı aygıtıyla olan ilişkilerin değişimini ifade eder. (d) Sosyalist bir devrim devlet iktidarı içinde, yani iktidar blokunu oluşturan egemen sınıflar arasında ortaya çıkan basit bir hükümet değişim olmayıp, devlet aygıtının radikal bir biçimde kapitalist sömürüye maruz kalan blok dışındaki sınıflar tarafından parçalanarak dönüştürülmesini ve yeni bir tarihsel blokun oluşturulmasını ifade eder.

Miliband, ideolojik aygıtların devlete ait aygıtlar olduğu yönündeki Poulantzas’ın kuramsal çözümlemelerini kabul etmez. O’na göre, devletin gittikçe artan bir biçimde siyasal toplumsallaşma sürecine karıştığı ve bazı açılardan da fazlasıyla önemli bir işlevi üstlendiği doğrudur. Ancak, Miliband, bu kurumların bir iktidar sisteminin parçası olduklarını ve devlete bağlandıklarını, onun tarafından desteklendiklerini göstermenin gerekliliği

kadar, bu aygıtların devlete değil de, siyasal sistemin bir parçasını oluşturduklarını göstermekten geçtiğini düşünür. Miliband, devleti “baskı aygıtı” ile sınırlandırırken, siyasal sistemi “ideoloji” ile özdeşleştirir. Böylece Miliband, “devlet” ile “siyasal sistem” arasında bir ayrım yapmış olur. O’na göre, bu kurumların (ideolojik aygıtların) devletleşme süreciyle karşı karşıya bulundukları doğrudur. Bu süreç kapitalizmin kriz koşullarında, devletin siyasal beyin yıkama sorumluluğu yüklenmesi sonucu daha da hız kazanabilir. Ancak, bu aygıtların devlet sisteminin bir parçasını oluşturduğunu söylemek gerçekle bağdaşmaz. Eğer ideolojik aygıtları devlet aygıtının bir parçası olduğunu kabul edecek olursak, ideolojik aygıtların özerkliğinin genişlediği olağan demokratik sistemler ile devlet aygıtının etkinliğinin ideolojik aygıtlara doğru genişlediği, yani bu aygıtların özerkliğinin azaldığı siyasal bunalım koşulları altında ortaya çıkan olağanüstü devlet biçimi arasındaki temel fark tamamıyla ortadan kalkmış olacaktır. İdeolojik aygıtların özerkliğinin genişlediği olağan koşullar altında bu aygıtların iktidar sistemine bağlı olma derecesi daha kolay gizlenir. Ancak, bu aygıtların iktidar sistemine bağlı olduğunu göstermenin yolu onları devlet sisteminin bir parçası olduğunu iddia ederek değil, ideolojik işlevlerini devlet sistemi dışında yerine getirdiklerini göstererek olmalıdır (Miliband, 1970: 59, 60).

Poulantzas, Miliband’ın yönelttiği bu eleştiriler karşısında devletin ideolojik aygıtlarının işlevini ön plâna çıkarır. Poulantzas, zamanında kendisinin de aynı hataya düşerek ideolojinin yalnız fikirlerde, gelenekte ve ahlakta var olabileceğini düşünüp; ideolojinin güçlü bir biçimde kurumlarda somutlaştığını göremediğini, bu hatalı bakış açısının sonucu olarak da devlet kavramını sınırlı bir anlamda, yani devletin sadece bastırıcı rolünü ön plâna çıkarılması şeklinde sonuçlandığı yönünde bir öz eleştiri de bulunur. Poulantzas’ın düşüncesine göre, devletin işlevini baskı öğesini içeren kurumların etkinliğiyle sınırlayıp, başlıca rolü ideoloji olan Miliband’ın ifadesiyle siyasal sistem olarak adlandırdığı bu kurumları devletin dışındaki bir alanda tanımlamak büyük bir hata olur (1969: 77).

Poulantzas, kapitalist devletin işlevini toplumun “birliğini” ve “tutunumunu” sağlayan ve iktidar bloku içindeki egemen sınıf veya sınıf fraksiyonun ideolojik hegemonyasını kuran bir kuramsal anlayışa dayandırarak açıklar. Laclau ise, Poulantzas’ın, kapitalist devletin siyasal etkinliğini tüm toplumsal faaliyeti içine alacak şekilde genişlettiğini düşünür. Dolayısıyla, çeşitli işçi sendikaları ve sosyal demokrat parti liderleri toplumsal formasyonun birliğini gerçekleştirme yönünde katkı sağladığından bu örgütler de birer devlet partisi, örgüt liderleri de devlet memuru olduğu anlamına gelecektir. Sosyalist partiler de devrimi savunup savunmama noktasında devletin siyasal birliğinin yanında veya onun karşısında olma şeklinde birbirinden ayrılacaklardır. Dahası parti mensuplarının her birinin önünde toplumsal formasyonun “birliğini” ve “tutunumunu” savunmak veya reddetmek gibi iki farklı siyasi seçenek arasında bir tercih yapmak zorunda oldukları bir anlayışa mahkûm edilecektir.

Laclau, Poulantzas’ın bu anlayış tarzının yapının çeşitli düzeylerine gereğinden fazla siyasal önem atfettiği gerekçesiyle, “tarihselci” (historisist) bir sapma içerdiğini düşünür (1990: 110-11). Daha açık bir ifadeyle, Poulantzas yapının çeşitli düzeylerine o kadar çok siyasal önem atfetmiştir ki, bilinçli öznelerin toplumsal formasyonun birliğini ve tutunumunu savunan devlet aygıtlarıyla, ki bunların içine reformist sosyal demokrat partiler ile sosyalist partiler de girmektedir, bu formasyonun birliğinin karşısında yer alan devrimci partiler arasında yapacakları bir siyasi tercih meselesine indirgenmiş olması Laclau tarafından “tarihselci” bir sapma olarak eleştirilmiştir.

Laclau, devlet ile ideolojik aygıtlar arasında kurulan ilişkinin niteliği açısından bakıldığında Poulantzas ile Althusser’in düşünceleri arasında bir benzerlik olduğunu düşündüğünden, eleştirilerini de Althusser’in geliştirdiği kuramsal çözümlemeleri üzerinden yürütür. Althusser, bir baskı aygıtı olarak devleti egemen sınıfın kapitalist sömürüyü gerçekleştirebilmesi için işçi sınıf üzerindeki egemenliğini garanti altına alan bir aygıt olduğunu ifade eder. Devlet aygıtının yanında, fakat onunla karıştırılmaması gereken bir de devletin ideolojik aygıtları vardır. Birincilerin işlevi şiddet, ikincilerin ise ideoloji uygulamaktır. Devletin baskı ve ideolojik aygıtlarının “kamusal alanda” veya “özel alanda” yer alıyor oluşları önemli değildir. Çünkü, böylesi bir ayrım burjuva hukukundan kaynaklanarak yapılır. Devlet kamu ve özel ayrımını önceler (Althusser, 1971: 137-142-144, 145). Hiçbir sınıf devletin ideolojik aygıtlarının içinde ve üzerinde hegemonyasını uygulamadan devlet iktidarını sürekli olarak elinde tutamaz (Althusser, 2002: 36).

Laclau, eğer bu aygıtlar devletin ideolojik aygıtları olarak kabul edilecek olunursa, devletten ayrı bir düzey olarak söz edilmesinin kuramsal açıdan imkânsız hale geleceği iddiasında bulunur. Dolayısıyla, Laclau ideolojik aygıtların işlevine verilen önem nedeniyle devletin bu aygıtlar içinde erimesiyle karşı karşıya olunduğunu düşünür. Oysa, Miliband’ın vurguladığı gibi, sınıf iktidarı ve devlet iktidarı hem bir “özerkliğe” hem de bir “bütünlüğe” sahip olmalıdır (1990: 112-13).

 

  1. SINIF İKTİDARI VE DEVLET İKTİDARI

Devletin etkinlik alanının ideolojik aygıtları da içine alacak bir biçimde genişlemesi “devlet iktidarı” ile “sınıf iktidarı” arasında yapılması gereken ayrımı ortadan kaldırdığı gerekçesiyle Althusser ile Poulantzas’ın kuramsal çözümlemeleri eleştiri konusu edilmiştir. Ancak, Laclau ile Miliband tarafından yöneltilen bu eleştiri devlet iktidarı ile sınıf iktidarı arasındaki ayrımı ortadan kaldırmasına neden olabilecek bir gerçekliğe sahip değildir.

Oysa, bu aygıtlar baskı aygıtında olduğu gibi, güçlü içsel bütünlüğe sahip değildir. Bir başka deyişle, ideolojik aygıtlar hem baskı aygıtı karşısında hem de kendi aralarında göreli özerk yapıya sahiptirler. Devletin egemen sınıflar karşısındaki özerkliği olağanüstü devlet biçimleri altında daha da genişler. Devletin ideolojik aygıtları baskı aygıtında olduğu gibi güçlü bir içsel birliğe sahip değildir. Bu durum, sömürülen sınıfların siyasal etkinliklerini artırabileceği büyük bir mücadele imkânı sunar. Çünkü, ideolojik aygıtlar hem kendi içinde hem baskı aygıtıyla olan ilişkilerinde özerk oluşu farklı sosyal sınıfların iktidar mücadelesi için bir fırsat yaratır. Eğer Poulantzas devlet aygıtlarına iktidar yeteneği atfetmiş olsaydı, bu aygıtlarda yer alan siyasi temsilciler aracılığıyla sınıf iktidarının kurulabilmesi mümkün hale gelecekti. Bu da onun başından beri hep karşı çıktığı araçsalcı devlet anlayışına geri dönmesine yol açacaktı. Ancak, Poulantzas, bu aygıtlara iktidar yeteneği atfetmeyip, onları iktidarın yoğunlaştığı merkezler olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla, devlet iktidarının ifade ettiği bu aygıtları Laclau ve Miliband’ın yönelttiği eleştirilerin aksine sınıf iktidarıyla bir ve aynı olduğu şeklinde yorumlamak doğru olmayacaktır.

Poulantzas’a göre, iktidar yapıların düzeylerinde yerleşmiş halde bulunmaz; iktidar bu düzeylerin bir araya gelişinin bir etkisidir ve aynı zamanda sınıf mücadelesinin düzeylerinin her birini karakterize etmektedir (1978: 99). Dolayısıyla, iktidar kavramı yapının tek bir düzeyine uygulanamaz. Eğer devlet iktidarından söz ediyorsak bununla, yapının düzeyleriyle eklemlenmesini (articulation) kastedemeyiz; kastedilen şey çıkarlarına –başka bir sınıfın çıkarlarına olduğundan daha çok- devletin tekabül ettiği belli bir sınıfın iktidarıdır (1978: 100). Miliband, devlet iktidarı derken belli bir sınıfın iktidarına işaret etmez. Çünkü, böylesi bir nitelemenin temel dayanağını oluşturacak olan kuramsal öncüller devleti her türlü özerklikten yoksun bırakır ve belli bir sınıfın aracı haline getirir (1973: 87).

Poulantzas’a göre, devlet kurumlarının herhangi bir iktidarı yoktur. İktidar açısından bakıldığında, kurumlar iktidara sahip olan toplumsal sınıflara ilişkin olabilir; ancak, çeşitli kurumlardan oluşan iktidar merkezleri toplumsal sınıfların iktidarının aracı, organı ya da eki (appendice) değildir. Çünkü, bu merkezler doğrudan doğruya iktidara indirgenemeyecek özerkliliğe ve özgünlüğe sahiptirler (1978: 115).

Miliband’a göre, devlet iktidarı sınıf iktidarının varlığının sürdürüldüğü başlıca ve nihai yoldur, ama tek yol değildir. Devletin göreli özerkliği düşüncesinin temelini devlet iktidarı ile egemen sınıflar arasındaki bu kuramsal ayrım oluşturur. Miliband’a göre, Poulantzas’ın açıklamaları kabul edilecek olunursa, devlet iktidarı ile egemen sınıf arasındaki ayrım belirsizleşir.

Poulantzas, devlet iktidarı ile devlet aygıtlarını birbirinden ayırır ve devlet ile özgün yapıları iktidar kavramına indirgemekten kaçınır. Daha açık olarak ifade edecek olursak, devletin şu ya da bu kurumunda yer almak iktidar olmakla özdeşleştirilemez. Poulantzas’ın “devlet iktidarı” ifadesiyle vurgulamaya çalıştığı, devletin çıkarlarına uygun düştüğü belli bir sınıfın iktidarını göstermektir (1976: 72). Poulantzas, devlet aygıtının kendisine bir iktidar yeteneği vermeyip, bu iktidarın devlete egemen olan sınıflardan geldiğini iddia etmesi devleti egemen sınıfın doğrudan bir aracı haline getirmiş olduğu izlenimini uyandırmıştır. Böylece, Miliband da, devlet ile egemen sınıfları özdeş haline getirip, bu düşüncenin devletin egemen sınıflar karşısındaki göreli özerkliğini ortadan kaldırdığı gerekçesiyle Poulantzas’ı eleştirmiştir.

Poulantzas’a göre, burjuva devlet teorisyenleri tarafından geliştirilen “kurumsalcı-işlevselci” anlayış temelinde iktidarı tutan/veren kurumlar vardır. Bu düşünceye göre, toplumsal gruplar arasındaki iktidar ilişkileri de bu kurumsal güçten kaynaklanır (1976: 73). Burjuva düşünce dünyası içinde yer alan bu kuramsal çözümlemeler Marksizm içine sızması sınıfların ve sınıf mücadelesinin organlar ve kurumlar karşısındaki öncelikli rolünü ortadan kaldırmaktadır. O’na göre, yapıları veya kurumları iktidarın kullanmım alanı olarak göstermek, toplumsal formasyonun yeniden üretiminde ve dönüşümünde temel rolü bu organlara indirgemek derin bir yapısalcılık anlamına gelir. O’na göre, Miliband’ın bakış açısının temelinde ampirik bakış açısı olduğundan ancak güce sahip olan bir şeyin “göreli” olabileceği sonucuna varıyor. Oysaki, kapitalist devletin göreli özekliği farklı toplumsal sınıflar arasındaki çelişkili iktidar ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Son çözümlemede kapitalist toplumsal formasyonda devletin göreli özekliği sınıflar arasındaki iktidar ilişiklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

Poulantzas’a göre, kapitalist devletin siyasal olan ile ekonomik olan arasındaki kuramsal ayrımdan kaynaklanan kurumsal özgünlüğü vardır. Devlet, iktidar blokunu oluşturan şu ya da bu sınıf fraksiyonunun veya bütünün ortak ekonomik çıkarlarının doğrudan veya dolaylı ifadesine indirgenemez. Devlet, iktidar blokunun birliğini, ancak bir sınıf veya sınıf bölümünün egemenliği altında temsil edebilir. Dolayısıyla, Poulantzas, iktidar kavramını devlet aygıtına ve kurumlarına indirgemeyi reddeder (1976: 73).

Poulantzas devlet aygıtına kıyasla sınıf mücadelesinin önceliğini vurgulamakta ve kapitalist devleti birbiriyle mücadele halinde bulunan sınıflar arasındaki iktidar ilişkilerinin ortaya çıkardığı çelişkilerin yoğunlaştığı bir uğrak olarak düşünmektedir. Böylece Poulantzas, kapitalist devleti, özne ve nesne olarak gören bir kavrayışın da dışına çıkmış olur. Nesne olarak devlet bir sınıf veya fraksiyonun elinde edilgen bir araç olarak hiçbir özerkliğinin bulunmadığı araçsalcı devlet anlayışına dayanır. Özne olarak devlet ise uygar toplumun akılcılaştırıcı ilkesi biçiminde kendi iradesine indirgenerek mutlak olarak düşünülmeye başlanır. Böylece, devlet, iktidarı temsil eden grubun (bürokratik seçkinler) iktidarında cisimleşmiş olur (Poulantzas, 1976: 74).

Kapitalist devletin özne veya nesne olarak kavranması hiç fark etmez. Her iki durumda da toplumsal sınıflar devlete dışsal olarak kavranmış durumdadır. Nesne olarak devlet anlayışında sınıflar devleti boyun eğdirmeye zorlarlar; özne olarak devlet anlayışında ise devlet sınıflara boyun eğdirir ve onları denetler. Devleti özne veya nesne olarak ele alan her iki kuramsal çözümleme de devlet ve egemen sınıflar karşı karşıya duran iki varlık durumundadır, ayrıca biri diğerinde olmayan güce sahiptir (Poulantzas, 1976: 74). Ya egemen sınıflar devleti, onun özgün gücünü ortadan kalkacak şekilde yutar ya da devlet direnir kendi yararına olacak şekilde egemen sınıfları mevcut gücünden yoksun bırakır. Birincisinde devlet nesne, ikincisinde ise özne olarak kavranmış durumdadır. Oysaki, devlet ne bir özne ne de bir nesnedir. Poulantzas’a göre, kapitalist devlet birbiriyle mücadele halinde olan sınıf fraksiyonları arasında gelişen iktidar ilişkilerinin biçimlenmesi sonucu ortaya çıkan ve yine bu iktidar mücadelesine göre değişen bir ilişkidir. Dolayısıyla, devlet sınıf çelişkilerinin yoğunlaştığı bir uğrak olarak kavranmalıdır.

Sürekli dönüşüm geçiren ekonomik ve siyasal düzey ayrımı üzerinde temellenen devletin göreli özerkliği düşüncesi kendi yapısında saklıdır. Poulantzas’ın, devletin bir ilişki olduğu yönündeki açıklaması bu noktada ele alınmalıdır. İfade edilen bu göreli özerklik kavramsallaştırması çelişkilerin ve sınıf mücadelesinin sonucu olarak devletin kendi içinde ifade edildiği ölçüde devletin yapısına içkindir. Devlet hem bir çelişkiden doğmakta hem de bu çelişkilerle ve bu çelişkiler tarafından kurulmaktadır. Bürokrasinin özgün rolünü anlamamızı sağlayan işte budur: Özgün bir toplumsal kategori oluşturduğu halde sınıfların üstünde, dışında veya ötesinde duran bir grup değildir. Seçkinler grubudur, ama üyelerinin bir sınıf konumu veya üyeliği olan seçkinler (Poulantzas, 1976: 75).

Kapitalist devleti bir ilişki olarak görmek, sınıflar arasındaki yapısal çelişkilerden doğduğunu onlarla ve onlar tarafından kurulduğunu kabul etmek sınıf ayrımlarını yeniden üretecek bir kurumun (devlet) parçalı, çatlaksız bir blok olamayacağını yapısı gereği bölünmüş bulunacağı gerçeğini kabul etmek anlamına gelir. Sınıf çelişkilerin bir sonucu olarak devletin çeşitli kolları ve organları kendi aralarında büyük çelişkiler gösterirler. Devletin bu kol ve aygıtlarının her biri iktidar blokunun şu veya bu bölümünün, şu veya bu özgün rakip çıkarın konumu ve temsilcisi durumundadır. Bu bağlamda iktidar blokunun genel siyasal çıkarının kurulduğu ve devlet sisteminin tümünün yeniden üretimini garanti altına almak üzere yaptığı müdahaleler, organlar ve kollar arasında ortaya çıkan karmaşık ve çelişkili bir süreci ifade eder (Poulantzas, 1976: 75).

Yazının devamı için Tıklayınız



YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI