2. Prodikus:
Prodikus Ege’deki Keos adasından geliyordu. Bu adada yaşayanların kötümser eğilimli oldukları söyleniyor ve Prodikus’a yurttaşlarının eğilimi yükleniyordu,çünkü düzmece-Platonik diyalog Aksiokhüs’de ona yaşamın kötülüklerinden kaçmak için ölümün istenebilir olduğu düşüncesi yüklenmektedir. Ölüm korkusu usdışıdır, çünkü ölüm ne yaşayanları nede ölüleri ilgilendirir-birinci henüz yaşamakta oldukları için ikincileri yaşamamakta oldukları için. Bu alıntının doğruluğunu tanıtlamak kolay değildir. Prodikus’un ilgiyi başlıca yanı belki de dinin kökeni üzerine kuramıdır. Ona göre başlangıçta insanlar tanrılar olarak güneşe,aya,ırmaklara,göllere,meyvelere vb.,başka bir deyişle,onlara yararlı olan ve besin veren şeylere tapıyorlardı. Ve bir örnek olarak Mısır’daki Nil kültünü vermektedir. Bu ilkel bir başkası tarafından izleniyordu,ve bu ikinci evrede değişik sanatların tarım,bağcılık,metal işçiliği vb.-yaratıcılarına Demeter,Dionisius,Hephaestus vb. gibi tanrılar olarak tapınılıyordu. Prodikus bu din görüşü üzerine duanın gereksiz olduğunu düşünüyordu, ve öyle görünmektedir ki başı Atina’daki yetkinlikler ile derde girmiştir. Prodikusta Protagoras gibi dil bilimsel çalışmalarıyla dikkati çekiyordu ve anlamdaşlar üzerine bir inceleme yazmıştı. Anlatım biçimleri yoğun bir bilgiçlikle yüklüymüş gibi görünmektedir.
3. Hippias:
‘Yasa insanların tiranı olarak,onları doğaya aykırı pek çok şey yapmaya zorlar.’Söylenmek istenen şey öyle görünmektedir ki kent-devletinin yasasını genellikle dar ve tiransal olduğu,doğal yasalarla uyum içinde olmadığıdır.
4. Gorgias:
Gorgias’a göre,(i)Hiç bir yoktur,çünkü eğer herhangi bir şey olmuş olsaydı,o zaman bengi olacak yada varlığa gelmiş olacaktı. Ama varlığa gelmiş olmaz,çünkü ne Varlıktan nede Yokluktan herhangi bir şey gelmez. Nede bengi olabilir,çünkü eğer bengi olmuş olsaydı,o zaman sonsuz olması gerekecekti. Ama sonsuz şu nedenle olanaksızdır Bir başkası olmaz,ama nede kendinde olabilir,öyleyse hiçbir yerde olmayacaktır. Ama hiç bir yerde olmayan ise hiçbir şeydir. Eğer herhangi olmuş olsaydı,o zaman bilinmeyecekti. Çünkü eğer olanın bilgisi varsa, o zaman düşünülen olmalıdır,ve olmayan düşünülemez. Bu durumda hiç bir şey yanlış olmayacaktır,ki saçmadır. Giderek olanın bilgisi olsaydı bile,bu bilgi bildirilmeyecekti. Her im imlenen şeyden ayrıdır; örneğin renklerin bilgisini sözcükle bildirebiliriz,çünkü kulak sesleri iştir,renkleri değil? Ve aynı varlık tasarımı iki kişide birden nasıl olabilecektir,çünkü birbirlerinden ayrıdırlar?
5. Sofizm:
Vargı olarak yine belirtebiliriz ki büyük Sofistlere din ve ahlakı yıkma niyetini yüklemek için hiç bir neden yoktur; Protagoras ve Gorgias gibi insanların böyle bir amaçları yoktu. Gerçekten de, büyük Sofistler bir ‘doğa yasası’ düşüncesinin yandaşlarıydılar,ve sıradan yunan yurttaşının dünya görünüşünü genişletme eğilimini taşıyorlardı;Yunanistan’da eğitici bir güç oluşturuyorlardı. Aynı zamanda yine doğrudur ki ‘belli bir anlamda Protagoras’a göre her görüş doğrudur; Gorgias’a göre her görüş yanlıştır.’ Gerçeğin saltık ve nesnel ırasını yadsımaya yönelik bu eğilim kolaylıkla Sofistlerin hangileri bir kimseyi inandırmaya çalışmak yerine bir şeyi ona kabul ettirmeye çalışacakları sonucuna götürmektedir. Gerçekten de, daha düzeysiz insanların elide Sofizm çok geçmeden hoş olmayan bir yan anlam kazanıyordu-‘Safsata’ anlamını. Atinalı Antifon’un kozmopolitancılığına ve geniş dünya görüşüne ancak saygı duyulabilirken, bir yandan bir Trasimakhüs’ün güç haktır kuramı ve öte yandan bir Dionisodorus’un kılı kırk yaran gevezelikleri ancak kınanabileceklerdir. Büyük Sofistler söylemiş olduğumuz gibi, Yunanistanda eğitsil bir güç oluşturuyorlardı: ama Yunan eğitiminde besledikleri başlıca etmenlerden biri, diluzluğu idi. Ve diluzluğunun açık tehlikeleri vardı. Çünkü konuşmacı kolaylıkla bir konunun kendisinden çok ustaca sunuluşuna önem vererek dikkatini bu yönde yoğunlaştırabilirdi. Dahası, geleneksel kurumların, inançların ve yaşam yollarının saltık temellerinin sorgulayarak, Sofizm göreci bir tutumu besliyordu. Ve gene de Sofizmde gizli yatan kötülük daha çok sorunları ortaya çıkarmış olması değil, ama bu sorunlara herhangi bir doyurucu anlıksal çözüm sağlayamamış olması olgusunda yatıyordu. Sokrates ve Platon bu göreceliliğe karşı tepki gösteriyorlar, gerçek bilginin ve törel yargıların güvenilir temelini kurmaya çalışıyorlardı.
Kaynak: Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 2. Sınıf "Felsefe Tarihi" Dersi Ders Notları.
Sofistler Ek Bilgiler
Sofist kelimesinin öteden beri, biri geniş öteki dar iki anlamı vardır. Bu kelimenin geniş anlamıyla: İlkçağda, sofist denilince, genellikle şair ve filozof kişiler anlaşılır. Dar anlamı ise: Belli bir filozoflar topluluğuna, yani M.Ö. 500'de yaşamış olan filozoflar topluluğuna verilen isimdir. Bundan başka "sofist" kelimesi, özellikle Eflâtun'un etkisiyle özel bir anlam kazanmıştır. Bu kötü anlamın haklılığı savunulamaz, çünkü bu ismi taşıyanlar, felsefe tarihi bakımından hiç de önemsiz kişiler değildir.
Bundan önce tanıttığımız filozoflar, özde, doğayı araştıran bilginlerdi. Sofistler ise birer bilgin, birer araştırmacı olmayıp, her şeyden önce birer öğretmendirler. Sofistlere, özellikle İran savaşından sonra, İranlıların yenilip Atina'nın siyasal ve kültürel alanda büyük bir gelişme gösterdiği dönemde rastlıyoruz.
Bu dönemde Atina'da ve ona uyan öteki Yunan kentlerinde köklü (radikal) bir demokrasi iktidara gelmişti. Bu demokrat idare şimdiye kadarkilerden çok daha fazla insanın devlet yönetimine katılmasını sağlamıştır. İşte bir yandan kültürel gelişim, öte yandan demokrasi yönetiminin özellikleri o dönem Yunanistan'da eğitim yönünden geniş ölçüde bir gereksinimi ortaya çıkarmıştır.
Bu gereksinim, o zamana kadar özel olan ve daha çok kölelerce yönetilen eğitimin daha bir genelleşip genişlemesine neden olmuştur. Yeni siyasal ve sosyal koşullar, özellikle, siyasal eğitimi sağlayan genel bir öğretim gereksinimi doğurmuştur. Nerede böyle bir gereksinim doğarsa, orada bu gereksinimi karşılayacak birtakım kimselerin ortaya çıkması doğaldır. İşte Sofistler de böyle bir gereksinimin ortaya çıkardığı öğreticilerdir. Bunun içindir ki Sofistler, öncelikle öğretmendirler.
Bunlar Yunanistan'ın çeşitli kentlerinde dolaşırlar, uğradıkları yerlerde para karşılığında ders verirler. Ders vermeyi bir meslek haline getirmek, hele derslerin para karşılığı verilmesi, o zamana kadar Yunanistan'ın tanımadığı bir olaydı.
Özellikle tutucu çevreler için para karşılığında ders vermek pek çirkin bir davranış sayılıyordu. Bu dönemi Antik dönemden ayıran en büyük farklardan biri, Antik dönemin işe az önem vermiş olmasıdır. Eski Yunan'da beden gücü ile çalışmak aşağılanan bir davranış sayılıyordu. Beden işlerinde ancak köleler çalıştırılır. Aynı şekilde, mesleğiyle geçinen zenaatkârların da toplumda saygınlığı yoktu. İşte Sofistlerin ders vermeyi bir meslek yapmaları ve derslerin para karşılığı verilmesi, o dönemdeki Yunanistan'da hiç mi hiç hoş karşılanmamıştır.
Sofistlere karşı olanların başında yer alan Eflâtun, "Protagoras" adlı diyalogunda Sofistlerin ne biçim insanlar olduğunu ve bunların çalışma biçimlerini çok canlı olarak tasvir etmiştir. Protagoras Sofistlerin en eskilerinden ve en büyüklerindendir.
Diyalog şöyle başlar: Eflâtun'un hemen tüm diyaloglarında birinci konuşmacı olan Sokrat'ı bir gün sabah erkenden bir delikanlı yatağından uyandırır ve kendisine ünlü Protagoras'ın geldiğini coşkuyla anlatır. Delikanlı Protagoras'tan mutlaka ders almak istediğini dile getirir. Sokrat delikanlıya isteğinin erişilmez bir şey olmadığını, yeterli parası varsa isteğinin kolayca yerine gelebileceğini söyler. Sonra kalkıp birlikte Protagoras'ın konakladığı eve giderler. Burada Protagoras'tan başka bir kaç Sofist daha vardır.
Eflâtun, Sokrat ile delikanlının eve girdikleri zaman gördüklerini çok canlı bir biçimde anlatır. Protagoras büyük bir salonda bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, arkasında öğrencileri kendisini saygıyla izlemektedir. Aynı salonun bir köşesinde öteki bir Sofist, Hippias gökyüzünü göstererek astronomi dersi vermektedir. Salona, bitişik odadan birtakım sesler gelmektedir.
Bu odada da bir başka Sofist, Prodikos yattığı yerden ders veriyor. Salona giren Sokrat ile delikanlı Protagoras'a yaklaşırlar ve kendisine delikanlının isteği iletilerek ders verip veremeyeceği, verebilecekse bunun hangi konuyla ilgili olacağı sorulur.
Protagoras delikanlıya: Benden ders alırken günden güne daha. erdemli olduğunu göreceksin, ben sana yararlı olacak şeyler, isine yardımcı olacak şeyler öğreteceğim der. Bununla da astronomi öğreten Hippias'a taş atmış olur. Delikanlı dersin konusunu sorunca, Protagoras bunun her şeyden önce bir vatandaşa siyaset alanında gerekli olan şeyler konusunda olacağını, kendisine her vatandaşın bu konuda bilmesi gereken şeyleri öğreteceğini söyler.
O zamanki Atina'da her vatandaşın bilmesi gereken şeylerin başında hitabet geliyordu. Sofistlerin eğitim uygulamalarının ağırlık merkezini hitabet oluşturuyordu. Bu da belli nedenlere dayanıyordu: O zamanki Atina'da hitabet sanatını bilmek kişiye çok büyük saygınlık kazandırıyordu. Çünkü devlet ile ilgili önemli kararların alındığı "Halk Meclisı"nde hitabet çok etkili oluyordu.
Ayrıca hitabet yargılama için çok gerekliydi, çünkü davacı ile davalının yargı önünde söyledikleri nutuklar, yargıçların kararlan üzerinde etkili oluyordu. Tüm bunlar söylenen sözlerin güçlü olmasını gerekli kılıyordu. Ancak bu hitabet sanatının bazı sakıncalı yanları da yok değildi.
Sofistlerin yaptığı gibi, istemli bir biçimde öğretilen konuşma sanatı, yalnızca karşısındakini inandırmayı temel alır. İşte Sofistlerin karşıtları onları özellikle bu yönden eleştirmekte ve sorgulamakta haklıdırlar. Sofistlerin kötü ünlerinin başlıca nedenlerinden biri bu hitabet anlayışlarıdır.
Sofistlerin öteki bir özelliği ise, özellikle insan konusuyla uğraşmalarıdır. Onlar bu konuyu ele aldıkları zaman, kuşkusuz, bazı şeyleri biliyorlardı. Kendilerinden öncekilere yabancı olmayan Sofistler, insan ile ilgilendikleri için, tarih konusuna da yabancı değildiler. Bu konuda da kendilerinden önceki felsefe okullarından hiçbirine katılmadılar, onlar arasında yalnızca karşılaştırmalar yapmakla yetindiler.
Bu karşılaştırmalar sonunda şu sonuca vardılar: Şimdiye kadar ki felsefe, evren konusunda tutarlı bir anlayış elde edememiştir. Söz gelişi Heraklit ile Elealılar arasında bir zıtlık vardır. Heraklit her şeyi oluş durumunda görür ve bu oluş içinde sabit olan, kalıcı bir şeyin var olduğunu reddeder. Elea'lılar ise, tam tersine, oluşu reddeder.
Gerçek varlığın başlangıcı ve sonu olmayan bir süreklilik, bir kalış olduğunu ileri sürerler. Unsurlar konusunda da filozoflar bir uzlaşmaya varabilmiş değildir. Birisi ana unsurun su, birisi hava, bir başkası ise ateş olduğunu savunur. En sonunda bir filozof bunlara toprağı da katarak dört unsurun da ilke olduğunu öne sürmüştür. Anaksagoras ile Demokrit arasında da bir anlaşmazlık söz konusudur: Anaksagoras'a göre evrenin başlangıcında, belli bir plâna göre yaratan bir ruh vardır.
Demokrit ise doğada ancak makina işleyişi cinsinden (mihaniki) bir zorunluluk olduğunu savunur. Sofistlere göre: "Ne kadar filozof varsa, evrenin yapısı hakkında o kadar görüş vardır." Bu yüzdendir ki, bu filozoflar gerçeği öğretemezler. Her filozof kendi düşüncelerinin doğru, başkalarının-kilerin yanlış olduğunu savunur. Burada şu soru öne çıkar: "Acaba, gerçek diye bir şey var mıdır?
Tüm görüşlerden herbiri ötekiyle çeliştiğine göre, geriye gerçek diye bir şey kalır mı?" Kanıtlanabilir bir gerçek karşısında duyulan kuşku ile hitabette karşıdakini inandırmayı amaçlayan kuşku arasında bir uyum vardır. Felsefe tarihinde, bilgi teorisi açısından, ilk şüpheciler Sofistlerdir. Sofistler, tümel bir gerçeğin varlığından ilk şüphelenenlerdir. Sofistler teorik alanda şüpheci, uygulama alanında öğretmen ve hitabet öğreticileridir. Ayrıca onlar özellikle insan konusu ile ilgilenirler, doğa konuları, bunların ilgi alanının dışında kalır.
SOKRATES:
M.Ö. 469-399 yılları arasında yaşamış olan ünlü Yunanlı düşünür.
Platon'un hocası olan Sokrates, yazılı hiçbir şey bırakmamış, tüm zamanını özellikle gençlerle felsefe tartışarak geçirmiştir. Görüşleri, tartışmaları yeni iktidarın temsilcileri tarafından beğenilmeyen Sokrates, 'yeni tanrılar icat ettiği, görüş ve tartışmalarıyla, gençleri baştan çıkardığı' gerekçesiyle ölüme mahkum edilmiştir.
Sokrates'in felsefedeki ve felsefe tarihindeki önemi, onun bilinçli ve ahlaki kişiliğin bulunduğu yer olarak ruh kavramını bulmuş olmasından kaynaklanır; felsefenin merkezine insanı geçiren, insanın kendisiyle, evrenle ve toplumla olan ilişkisinin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini araştıran, insan yaşamının kişisel, toplumsal ve ahlaki boyutunu ön plana çıkaran Sokrates, insanlara özsel bileşenlerinin ruh olduğunu, onların ruhlarına özen göstermeleri gerektiğini anlatmaya çalışmış, bu düşüncesini ifade etmek, onu eylemleriyle somutlaştırmak için de, yaz kış çıplak ayakla ve ince bir entariyle dolaşmıştır. Fiziği itibariyle çirkin biri olan Sokrates, insanların yüzlerini ve fiziki yapılarını değiştiremeyeceklerini, fakat ruhlarını ve karakterlerini değiştirip geliştirebileceklerini belirtmiştir. Buna göre, Sokrates, felsefesinde her şeyden önce, insanın doğası, ihtiyaçları, amaçları ve değerleri üzerinde durmuş, neyin onu tamamlayacağını araştırmıştır.
O, aynı çerçeve içinde, dilin doğasıyla ilgilenmiş ve düşünme, anlam, mantık ve tanım konusunu ele almıştır. Yaşadığı dönemde yoğun bir kavram kargaşasının hüküm sürdüğünü, bunun ahlak alanını da kapsadığını düşünen Sokrates, bilgeliğin, adaletin, cesaretin, v.b. anlamının ne olduğu bilinmedikçe, bilgece, adil ya da cesurca eylemekten söz edilemeyeceğini iddia etmiştir. Çünkü aynı sözcükleri ya da kavramları kullanan insanlar, bu sözcük ya da kavramlarla farklı şeyleri kastediyorlarsa eğer, Sokrates'e göre, bu, insanların anlaştıklarını sanarak anlaşmadan konuştukları anlamına gelir ve sonuç, kargaşadan başka hiçbir şey olmaz. Kargaşa, Sokrates'e göre, hem entelektüel ve hem de ahlaki yönden olur.
Ona göre, entelektüel olarak sözcük ve kavramları, sizin kullandığınız anlamdan farklı bir anlamda kullanan biriyle tartışarak, bir kavga dışında, hiçbir yere varamazsanız ve ahlaki olarak da, söz konusu sözcükler ahlaki fikirlere karşılık geldiği zaman, sonuç bir anarşiden başka bir şey olmaz.
Sokrates işte bu kargaşayı sona erdirmek, insanlara ahlaki gelişmelerinde yol göstermek için, bir tartışma ve öğretim yöntemiyle, bir tanım yöntemi geliştirmiş ve tartışmalarıyla, evrensel değerlerin özünü ve gerçek anlamını ortaya koymaya çalışmıştır.
Platon (Eflatun) Kimdir?
Eflatun (d. M.Ö. 427 - ö. M.Ö. 347) çok önemli bir Antik Yunan filozofu. Hayatını geçirdiği Atina’daki ünlü akademiyi kurdu. Asıl adı Aristokles'di. Geniş omuzları ve atletik yapısı yüzünden, Yunanca Platon (geniş göğüslü) lakabı ile anıldı ve tanındı.
Yirmi yaşından itibaren ölümüne kadar yanından ayrılmadığı Sokrates’in öğrencisi ve Aristoteles’in hocası olmuştur. Atina’da Akademi’nin kurucusudur. Eflatun’un felsefi görüşlerinin üzerinde hala tartışılmaktadır. Eflatun, batı felsefesinin başlangıç noktası ve ilk önemli filozofudur. Antik çağ yunan felsefesinde, Sokrates öncesi filozoflar (ilk filozoflar veya doğa filozofları) daha ziyade materyalist (özdekçi) görüşler üretmişlerdir. Antik felsefenin maddeci öğretisi, atomcu Demokritos ile en yüksek seviyeye erişmiş, buna mukabil düşünceci (idealist) felsefe, Eflatun ile en doruk noktasına ulaşmıştır. Eflatun bir sanatçı ve özellikle edebiyatçı olarak yetiştirilmiş olmasından büyük ölçüde istifade etmiş, kurguladığı düşünsel ürünleri, çok ustaca, ve şiirsel bir anlatımla süsleyerek, asırlar boyu insanları etkilemeyi başarmıştır.
Modern filozoflardan Alfred North Whitehead’e göre Eflatun’dan sonraki bütün batı felsefesi onun eserine düşülmüş dipnotlardan başka bir şey değildir. Görüşleri İslam ve Hıristiyan felsefesine derin etkide bulunmuştur.
Eflatun, eserlerini diyaloglar biçiminde yazmıştır. Diyaloglardaki baş aktör çoğunlukla Sokrates’tir. Sokrates insanlarla görüşlerini tartışır ve onların görüşlerindeki tutarsızlıkları ortaya koyar. Eflatun çoğunlukla görüşlerini Sokrates’in ağzından açıklamıştır.
Eflatun, algıladığımız dış dünyanın esas gerçek olan idealar ya da formlar dünyasının kusurlu kopyaları olduğunu, gerçeğe ancak düşünce ve tahayyül yoluyla ulaşılabileceğini savunmuş, insan ruhunun ölümden sonra beden dışında kalıcı olan idealar dünyasına ulaşacağını söylemiştir. Görüşleri ortaçağda İslam filozofları tarafından korunmuş ve İslam düşünce dünyasındaki Yeni Eflatunculuk akımına neden olmuştur. Rönesans sonrasında Batı Avrupa'da Antik Yunancadan çevirileri yapılmıştır.
Platon’un yaşamını ve yapıtları
Felsefe tarihinin en büyük düşünürlerinden biri olan Platon, Atina’da soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Sokrates’in öğrencisi oldu ve onun görüşlerinden çok etkilendi. Kırklı yaşlarında Güney İtalya’ya yaptığı seyahate dek eserleri büyük ölçüde hocasının etkisi altındaydı.
Onun demokrasi yanlılarınca idam edilmesi Platon’un siyasi kariyerden vazgeçmesine ve kararlı bir demokrasi düşmanı olmasına yol açtı.
M.Ö. 387/388 tarihlerinde Atina’da Akademia isimli bir okul açarak düzenli eğitime başladı. Aristoteles ile olan ilişkisi de bu çatı altında gerçekleşti. Ölümüne dek Akademia’da ders vermeyi sürdürdü.
Platon’un tüm eserlerinin günümüze ulaştığı sanılmaktadır ve eserlerinin belli başlılarının yazılış sıraları muhtemelen şöyledir;
Sokratik Dönem Eserler: Savunma, Kriton, İon, Lakhes, Kharmides, Euthyphron, Lysis ve Devlet’in 1. kitabı.
Geçiş Dönemi Eserleri: Protagoras, Gorgias, Menon, Euthypdemos ve Kratylos. Olgunluk Dönemi Eserleri: Symposium, Phaidon, Devlet ve Phaedrus.
Yaşlılık Dönemi Eserleri: Theaetetos, Parmenides, Sophist, Devlet Adamı, Philebos, Timaios ve Yasalar.
Platon’un varlık anlayışını ve idealar öğretisi
Platon’un varlık anlayışı büyük ölçüde İdealar öğretisine ve ruhun ölümsüzlüğü öğretisine dayanır. İdealar öğretisi, tüm görünür şeylerin, görünür dünyanın ötesinde ve ondan bağımsız bir gerçeklikle idealarla ilişkili olduğu kabulüne dayanır.
Görünür ve düşünülür evren birbirlerinden ayrıdır ve bu da Platon’u metafizik bakımdan ikici (düalist) yapar. İdealar, zamana mekâna tabi olmayan, her tür değişimden bağışık, başlangıcı ve sonu olmayan, varoluşu için kendisinden başka bir şeye gereksinim duymayan ve sadece akılla kavranabilen yapılardır. Oysa duyulur nesneler, yani varolanlar; zamana ve mekâna tabi olan, sürekli değişen, başı ve sonu olan, varoluşu için idealara gereksinim duyan yapılardır. Duyulur nesneler, ideaların kopyasından gölgesinden başka bir şey değildirler ve ideadan pay aldıkları, ona katıldıkları ölçüde var olurlar.
Platon ideaları, görünür şeylerin asıl doğaları olarak görür ve idea sözcüğünü sık sık doğa sözcüğü yerine kullanır. Böylece idealar, görünür şeylerin
eksiksizliklerini, tamlıklarını, asıl doğalarını temsil ederler ve bu yüzden tüm görünür şeyler idealarına benzemeye çalışırlar. Çünkü ona benzedikçe kendi doğalarını gerçekleştirmiş olurlar. İdeaların da kendi içlerinde bir düzeni vardır ve bu düzenin en üstünde İyi ideası yer almaktadır. Diğer tüm ideaların kendisinden pay aldığı ve kendisine yöneldiği İyi ideası, evrendeki düzenin birleştirici ve her şeyi kapsayıcı ilkesidir.
İyi ideası nın bu yüksek konumu İyi ile varlığın özdeşliği kabulüne dayanır; “İyi varlıktır ve varlık iyidir” (Arslan, 2006: 233).
Platon İyilik, Güzellik ve Adalet idealarını birbirleriyle özdeş görmüştür. O hâlde Platon’a göre varlık, özü gereği hem iyi hem güzel hem de adildir. Platon, benzer benzerle bilinir ilkesi gereği, insanı, bu soyut ve akli yapıdaki ideaların bilgisini elde edebilecek bir donanıma kavuşturmayı önemsemiştir. Bu yüzden insan ruhunun ideaya en çok benzeyen yapı olduğunu düşünmüş ve ideaların bilgisinin ancak ruh tarafından elde edilebileceğini savunmuştur.
Platon’un bilgi anlayışı
Platon’a göre ölümsüz ruh, bu yaşamından önce ideaların bilgisini edinmiştir ve bu yüzden bilgi, zaten mevcut olan bir bilginin anımsanmasından ibarettir. Ama bu anımsamanın gerçekleşebilmesi, sistemli biçimde yürütülen bir diyalektik süreçle mümkündür. Diyalektik yöntem, başlıca iki faaliyete dayanır; “Dağınık kavramları genel bir tanım doğrultusunda toplamak” ve “düşünceyi tabi eklem yerlerinden ögelerine ayırmak.” Platon bu iki faaliyetten ilkini “toplama”, ikincisini “ayırma” diye adlandırır. İlkinde, tanımı yapılmaya çalışılan şeyin tüm örneklerini eş ölçüde açıklayabilecek genel bir tanıma ulaşmak esas alınır. İkincisinde ise daha fazla çözümlenemeyecek, bölünemeyecek yalın ve temel birimlere ulaşmak amaçlanır. Diyalektik yöntem, insanları bilgide basamak basamak yükselten ve İyi ideasının kavranması ya da temaşa edilmesi ile nihayetine ulaşan bir süreçtir. İnsan, örneğin önce tek tek şeyleri sever, sonra bunların arasındaki ortak nitelikleri keşfeder ve son aşamada Güzelin kendisine, yani Güzel ideasına ulaşır (Symposium, 210 a-d). Ruhun adım adım yükseldiği “diyalektik yürüyüşün” (Devlet, 532b) nihai noktası budur. Devletteki bölünmüş çizgi benzetmesiyle bilginin nesneleri arasında hiyerarşik bir sıralama yapılır. En altta yansımalar, gölgeler ve bunlara ait inanç bilgisi, onun üstünde doğa ve insan yapımı şeylerin dünyası ve buna ait olan tahmin bilgisi, onun üstünde sayılar ve geometrik şekillerin dünyası ve buna ait episteme bilgisi ve en üstte ise saf aklın alanı olan idealar ve onlara ait kesin bilgi gelir. En üstte ise İyi ideası yer alır. Platon Mağara Alegorisi ile insanların diyalektik süreç yoluyla mağaradan gerçek güneşe yönlendirilmeleri ülküsünü en özlü biçimde ifade etmiş olur.
Platon’un mutluluk ahlakının genel özellikleri ve erdem anlayışı
Platon, mutluluğu insan ve toplum için nihai amaç olarak görmekteydi. Ahlak anlayışı da mutluluğun elde edilmesi amacına yönelmişti. Ona göre mutluluğu sağlayan şey iyilik, iyiliği sağlayan şeyse erdem, doğruluk ve adaletti. Platon, erdemi ruhun düzeni olarak tanımlamaktaydı. Ona göre yalnızca ruh değil, kendisinde bir erdem bulunduğundan söz edilebilecek olan her şeyin erdemi düzeninden gelmekteydi. Mutluluğun Eski Yunancadaki karşılığı olan eudaimonia kişinin iyi ve uyumlu bir daimona sahip olmasını ifade eder. Bu düşüncede mutluluk insana dışarıdan gelmez. Ruhunu düzenleyen kişi, kendi iyiliğini ve mutluluğunu da sağlamış olur. Erdem, ruhun kendi doğasını gerçekleştirmesidir. Erdem, doğruluk ya da adalet ister ruh olsun, ister site olsun, herhangi bir yapının doğası gereği kendisine en uygun durumda olması, doğasına uygun işi görmesidir. Kendisine uygun işi yapana, kendisine uygun işlevi yerine getirene, kendi amacına ya da iyisine ulaşana erdemli denir. Böylece bir şeyin erdemi o şeyin doğasına ve doğasının gereği olan tabii amaca uygun biçimde tanımlanmıştır.
Platon’un ruh anlayışı, ruhun bölümleri ve iç düzeni
Erdemin şartı olarak görülen, “ruhun düzeni” ifadesi, ruhun çeşitli parçalardan meydana geldiğini ve bu parçaların birbirleriyle doğru bir ilişki içinde olmaları gerektiğini ima eder. Platon, PHaedrus’taki bir mitosta ruhu biri siyah, öteki beyaz olmak üzere iki kanatla attan ve bir sürücüden oluşan bir at arabasına benzetir. Bu atlardan beyaz olanı uysaldır ve sürücüsünün talimatlarına uyar. Oysa siyah at hırçın bir tutumla daima arabacının talimatlarının aksine hareket eder. Bu benzetmeden yola çıkıldığında ruh, üç parçalı bir yapı sergiler; akıllı parça (to logistikon), yürekli-atılgan parça (to tymoeides) ve iştah duyan, arzulayan parça (to epitymetikon). Yürekli ve atılgan parça mitostaki iyi huylu beyaz ata, bedensel hazlar ve acılarla ilişkilendirilen iştah ve itki bölümü, siyah ata, kafada konumlanan akıl parçasıysa sürücüye karşılık gelir. Bunlardan akıl parçası ölümsüzdür. Diğer ikisiyse bedenin ölümüyle dağılırlar. Platon, bu parçaların kendi sınırlarını bilmeleri ve doğal durumlarında olmaları hâlinde ruhta doğruluğun, adaletin, erdemin gerçekleşeceğini savunur. Akıl, doğası gereği aklın buyruklarına boyun eğmelidir. Bunu gerçekleştiği takdirde ruh, ahlaki yüksekliğe erişebilecek ve doğasında doğuştan gizli bulunan ideaların bilgisini açığa çıkarabilecektir. Ruhta bir kez düzen kurulduktan sonra bu düzen sitedeki ve diğer tüm insani yapılardaki düzen için de bir temel oluşturacaktır.
Platon’un toplum ve site düzeni anlayışını, siteyi oluşturan unsurları ve site düzeni türleri
Platon’un site düzeni anlayışı var olan tüm site düzenlerinin bozuk olduğu ve bu bozukluğun “iyi”, “doğru” ve “güzel” denen üç yüksek değerin bu sitelerde olmamasından kaynaklandığı kabulüne dayanır. Platon’un toplum ve siyaset anlayışı bu üç değerin topluma ve siteye hakim kılınması amacını güder. Bu özelliğiyle siyasi olmaktan çok ahlaki bir görünüm sergiler. Tıpkı ruh gibi site de üç parçadan oluşur. Bunlar zanaatkarlar sınıfı, asker sınıf ve filozoflardan oluşan yönetici sınıfıdır. Ruhta ve evrende olduğu gibi sitede de bu her parçanın kendine has, doğal bir konumu vardır. Parçalar, doğal yapılarına uygun konumlandırıldıklarında sitede adalet, doğruluk ve erdem sağlanmış olur. Bir insanın erdemli olması, site düzeni içinde doğru biçimde konumlanmış olmasına bağlıdır. Yönetici sınıfın erdemi bilgelik, asker sınıfın erdemi cesaret, zanaatkâr sınıfın erdemi ölçülülüktür. Ölçülülük aynı zamanda diğer tüm sınıfların da erdemidir. Adalet ve doğruluk ise bu erdemlerin hepsini bütünler. Zekâ için adalet düşüncenin doğruluğunu anlamına gelen bilgeliktir. İrade için adalet, ruhun atılgan parçası olan yüreğin doğruluğu anlamına gelen cesarettir. Ruhun itki parçası için adalet, bu parçanın doğruluğu anlamına gelen ölçülülüktür. Siteyi yöneten filozoflar ideaların bilgisini site düzeninde tekrarlamakla yükümlüdür. Adil ve doğru düzenin yani ideaların bilgisi her ruhta doğuştan bulunur ve filozofların görevi yurttaşların ruhlarındaki düzen bilgisini açığa çıkarmaktır. Böylece Platoncu devlet, büyük bir eğitim kurumu hâline gelir. Eğitim, doğru bir site düzeni için en uygun başlangıçtır. Eğitimin amacı, her yurttaşın ruhunu kötü yanlarını dizginleyecek bir bekçiye, yani doğru işleyen bir akla sahip kılmaktır. Ruhun eğitiminde başvurulabilecek en etkili vasıta ise müziktir. Yeryüzünde beş çeşit insan, beş çeşit site vardır. Bunlar aristokrasi, timarşi, oligarşi, demokrasi ve tiranlıktır. En kötü yönetim olan tiranlık, eğer tiran eğitime açık ve genç bir insansa kolayca ideal rejime dönüştürülebilir. Platon’un siyasi rejim türlerine ilişkin değerlendirmeleri Yunan siyasi tarihinin bir özeti gibidir.
Hazırlayan: Sosyolog Ömer YILDIRIM
Kaynak: Ömer YILDIRIM'ın Kişisel Ders Notları. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Felsefeye Giriş" ve 2., 3., 4. Sınıf "Felsefe Tarihi" Dersleri Ders Notları (Ömer YILDIRIM); Açık Öğretim Felsefe Ders Kitabı
ARİSTOTELES
Aristoteles (384-322), hiç kuşkusuz Antikçağın en önde gelen filozofuydu; onun filozof kalitesi veya düzeyi, hiç kuşku yok ki İlkçağda sadece Platon’un erişebileceği bir düzeydi.
Devasa bir entelektüel heykel gibi Antikçağa damgasına vurmuş olan Aristoteles, pek çoklarına göre de bütün çağların en büyük birkaç filozofundan biriydi. Her halükârda, bilim ve felsefede onun başarmış olduklarıyla rekabet etme ümidi besleyebilen insan sayısının bir elin parmaklarını geçmemiş olduğu kesindir.
Aslında, bir filozof olarak Aristoteles’i harekete geçiren şey, Platon’u ve daha önceki tüm filozofları motive etmiş olan şeyden hiç farklı değildi. O da hakikati keşfetmek, neyin gerçekten var olduğunu bulmak istiyordu. Kabul edilmelidir ki Aristoteles bu doğrultuda, hocası Platon da dahil olmak üzere, herkesten daha çok yol aldı; hakikate biraz daha yaklaştı. Bunu sağlayan şey de sadece felsefi dehası, analitik düşünen aklı ve dolayısıyla, bir filozof olarak büyüklüğü değildi; içinde bulunduğu tarihsel dönem, yerleşmiş olduğu, bütün bir Yunan felsefesine tepeden bakan konumdu.
Aynı zamanda bir felsefe tarihçisi olan Aristoteles’in bulunduğu konumdan geriye dönüp bakıldığında, Yunan felsefesinin, biri materyalist, diğeri idealist iki ana damarı olduğu açıklıkla görülmekteydi. Thales’ten başlayıp atomculara kadar uzanan önemli bir damar, gerçekliği maddede bulmuş, gerçekten var olanın madde olduğunu öne sürmüştü. Söz konusu materyalist yaklaşımın bir çözüm olmadığı, gerçekliği açıklamak bakımından bütünüyle başarısız olduğu aslında yüz yıllık bir süreç içinde anlaşılır hale gelmişti. Başarısızlık, Aristoteles açısından, iki yönden mutlaktı: Materyalist yaklaşım, aynı zamanda bir değer ve inanç varlığı olan insan doğasıyla ilgili olarak tatmin edici bir açıklama getiremediği gibi, değeri mümkün kılacak bir varlık yorumundan da yoksundu. Antik Yunan materyalizmi, ikinci olarak, değişmeyi açıklamak bakımından yetersiz kalmıştı. Söz konusu materyalizm ya Herakleitos örneğinde olduğu gibi, “her şeyin değiştiğini” öne sürerken, sabit, kalıcı ve sürekli tek bir şey bırakmıyordu ya da atomcuların meydana getirdiği örnekte olduğu gibi, her tür değişmeyi veya en azından bütün niteliksel değişmeleri harekete yani yer değiştirmeye indirgiyordu.
Aristoteles, Yunan materyalizminin tam karşıtı bir felsefe geleneği yaratan idealizmin de bu iki konuda kesin olarak başarısız olduğu, aynı ölçüde tek yanlılık sergilediği kanaatindeydi. Parmenides’le başlayıp, Platon’da doruk noktasına erişen idealizmin yanıtının da aşırı basitleştirici olduğunu düşünen Aristoteles, Platon’un bile, başkaca şeyler yanında esas bu dünyada değere yer açmak için çalışan metafizik kuramıyla hedeflenen sonuca varamadığını iddia etti. Onun da bu yönden hatası, İdeaların maddi dünyadan ayrı varoluşunu öne sürerken, doğallıkla değerin duyusal dünya ile ilişkisini kuramamak veya filozof olmayan ortalama insan için değer arayışını mümkün kılamamak olmuştur. Aristoteles’in bakış açısıyla, yapılması gereken açıktı. Felsefi teşebbüsü mümkün kılacak, aklı fiili bütün tehditlerden kurtaracak bir metafizik kuram, bir gerçeklik teorisi inşa etmekti. Başka bir deyişle, tatmin edici bir gerçeklik yorumunun değişme problemini çözmek zorunda olduğunu daha öğrencilik yıllarında gören Aristoteles, “sağlam ve tutarlı bir metafiziğin, gerçekliğin görünüşte olduğu gibi gerçekten de değiştiğini göstermek ve böylelikle aklı, bilgi edinmenin geçerli bir aracı olarak yeniden sağlığına kavuşturmak zorunda olduğunu gördü.” Böyle bir metafizik, ona göre, dahası ahlaki bir varlık, değerlerin merkezi ve taşıyıcısı olarak insanla ilgili sezgilerimizi de temellendirmek zorundaydı. Aristoteles’i harekete geçiren motifler, sistemine hayat veren düşünceler, bunlardı.
Platon’la İlişkisi
Düşünce tarihinin en karmaşık ve dolayısıyla anlaşılması en zor ilişkilerinden birisidir, Platon’la Aristoteles arasındaki ilişki. Platon’un Akademi’sinde on dokuz yıl süreyle devam ettirilen parlak öğrencilik ve okulda Platon’un izleyicisi olarak kalmak yerine, en nihayetinde ayrılış, Antik Yunan düşüncesinin bu iki büyük kafası arasında, fikri yönden hem bir ortaklığın hem de bir farklılığın bulunduğunu gösterir.
Her şeyden önce Aristoteles’in geliştirerek koruduğu önemli bir Platonik miras vardır ki bu onunla Platon arasındaki ortak felsefi temeli meydana getirir. Söz konusu ortak temelin iki unsuru vardır:
Terminoloji ve teleolojik yaklaşım. Terminoloji bağlamında özellikle “form” kavramı, adeta onun Platonik mirasının değişmez bir göstergesi gibidir. Buna karşın teleolojiye gelince, o İyi İdeasının yerini alan Hareket Etmeyen Hareket Ettirici ve potansiyel-aktüel kavram çiftiyle Platon’un teleolojik evren görüşünün çok daha ötesine gider.
Gerçekten de Aristoteles’e göre, doğa hiçbir şeyi gelişigüzel ya da amaçsız yapmaz ve doğadaki bütün süreçler bir amaca hizmet eder. Her şeyin, Tanrısal bir biçimde düzenlenmiş olduğu için bir amaca yönelmiş bulunduğunu söyleyen Aristoteles’te, ereksel nedensellik fail ve formel nedensellikten mantıksal, zamansal ve ontolojik olarak önce gelir; buna göre, fail ve formel nedenler, ereksel nedenlerden farklılaştıkları ölçüde, ikincil hale gelip ereksel nedenlere tâbi olurlar. O, önce determinizme karşı çıkar ve daha sonra da ünlü teleolojik Tanrı delilinde olduğu gibi, doğadaki süreçlerle insan elinden çıkma ürünleri oluşturan süreçler arasında bir analoji kurar. Buna göre, sanat ve doğa, her ikisinin de düzen ve yetkinliğe doğru bir ilerleme olmaları anlamında birbirlerine bütünüyle benzerdir. Hatta sanatın işlevi, doğanın işleyişini ve eserini aynı temel üzerinde mümkünse bir adım daha ileri götürmek veya en azından doğayı ve doğal süreçleri taklit etmektir. Dolayısıyla, sanatta amaçlılık varsa eğer, onun taklit ettiği doğada amaçlılık fazla fazla vardır. Ve söz konusu amaçlılık ve ilerleme, ancak ve ancak mantıksal ve ontolojik olarak önce gelen bir telos ya da amacın fiili varoluşuyla anlaşılabilir. Başka bir deyişle, Aristoteles ilerlemenin ancak bir şeye, telos ya da hedefe doğru bir ilerleme şeklinde varolabileceğini ve söz konusu telos ya da amacın olmaması durumunda gelişme ve ilerlemeden söz edilemeyeceğini savunur. O, bu bakımdan fazlasıyla Platoncu bir tavır sergiler. Her ikisi de aynı Sokratik gelenekten oldukları için pratik yönden de ortaklık sergilediler. Her ikisi de ahlaki hayatın nihai amacını eudaimonia olduğunu söylerler. Her ikisinde de eudaimonia nihai amacına erişmede en önemli rolü, erdem oynar. Öte yandan, gerek Platon’da ve gerekse Aristoteles’te, etik politikadan hiçbir şekilde ayrılmaz; yani, ahlaki fail iyi hayatı, ancak iyi düzenlenmiş bir toplulukta, adalet ilkesine göre örgütlenmiş politik bir düzende yaşayabilir. Fakat Aristoteles’in Platonculuğu burada sona erer. Platon’un düalizmine şiddetle karşı çıkan Aristoteles gerçekliği İdea ya da forma eşitlemeye kesinlikle karşı çıkmıştır. Onun gözünde gerçekten varolan, şu diye gösterdiğimiz bireysel varlık ya da tözleriyle, bu dünya idi. Özdeşlik ilkesine dayanan, değişmezliği temele alan İdealar kuramının, Aristoteles’e göre, değişmeyi açıklaması mümkün değildi.
İdeaları ayrı varlıklar olarak almanın, değişme problemini çözmekten vazgeçmek anlamına geldiği kadar, entelektüel analiz ile ontolojik statüyü birbirine karıştırmaktan kaynaklandığına işaret eden Aristoteles, Platon’un İdealarının temel gerçeklikler olmadığı kanaatini hiç değiştirmedi. Ona göre, İdealar veya formlar birer soyutlamadan başka hiçbir şey değildi. Bu açıdan bakıldığında, Aristoteles açısından gerçeklik, formların kendisinden soyutlandığı şeylerden ibaretti ve bu şeyler de tek tek bireysel töz ya da varlıklardı. O; her “daha yüksek”in eninde sonunda bir yerlerde, burada ve şimdi olduğuna; dünyanın bütün bütüne tek bir dünya olduğuna inanıyordu.
İki filozof arasındaki söz konusu farklılık, aslında farklılığın daha derinlerde olduğunu, onların birbirlerinden mizaç olarak farklılık gösterdiklerini ortaya koyar. Platon ve Aristoteles’in dünya karşısındaki tavırları özde, çok farklıydı. İşte bu farklılıktır ki iki ayrı ve büyük sistemin doğuşuna yol açmıştır. Nitekim, Platon genel eğilim itibariyle her zaman, siyaset felsefesinin ya da pratik politikanın problemlerini tartışırken dahi, yetkin olanın fiili dünyada vuku bulması imkânsız olduğu için ütopik bir çözüme yönelen mükemmeliyetçi biriydi. Başka bir deyişle, onun mükemmeliyetçi ve dolayısıyla öte dünyacı ve idealist olduğu yerde, Aristoteles gerçekçi ve dolayısıyla pratik ve ampirik yaklaşımı benimseyen biriydi.
Bu durumu en iyi onların bilim tercihleri ifade eder. Buna göre, Platon için bilginin yetkin örneği matematikti; o bir matematikçiydi. Söz konusu bakış açısından geometrik üçgen ya da doğru bu dünyada bulunmaz; onlar, fiziki şeylerin ya da doğruların eksiklik ya da kusurlarını aşan ideal nesneler olmak durumundadırlar. Platon’un, dikkatleri ideal nesnelere yönelttiği yerde, araştırmacıların ve düşünenlerin dikkatini fiili varoluş alanına çeken Aristoteles’in bilim modeli ise biyolojidir. Matematikte yetkin ama cansız nesneler ele alınır, oysa biyolojide konumuz yetkin olmayan fakat canlı varlıklardır. Aynı yaklaşım ve mizaç farklılığı, onların farklı disiplinlerdeki yaklaşımlarına da yansır. Örneğin siyaset felsefesinde Platon mutlak olarak ideal bir devleti temele alarak konuşur ve böyle bir devletin hayata geçirilip geçirilemeyeceği sorusunu kendisine hiçbir zaman sormaz. Buna karşın Aristoteles işe ideal devletin nasıl olması gerektiği problemiyle hiçbir zaman başlamaz; varolan yüz fiili devleti dikkatle analiz ettikten sonra, mevcut koşullar altında hangi devletin daha iyi olacağı sorusunu sorar.
İki filozof arasında, genel yaklaşım bakımından, metafizik ve bilim alanında olduğu gibi, genel olarak bilgi bakımından da kimi ortak noktalara rağmen birtakım çok önemli farklılıklar vardır ve onlardan her birini kendilerine özgü büyük filozof yapan şey, bir kez daha söylemek gerekirse, benzerliklerden çok bu farklılıklardır. Örneğin Platon’un bilgi bakımından duyusal varlıklara küçümsemeyle bakan rasyonalist ve dogmatik bir filozof olduğu yerde, Aristoteles ampirik, tedbirli ve eleştirel, karar vermezden önce tüm olguları ve görüşleri hesaba katmaya özen gösteren bir filozoftur. Bilgi-varlık ilişkisinde ise Platon özellikle Sofistlerin Septisizmlerinin de etkisiyle, felsefesinde işe bilgi kuramıyla başlamış ve İdealar teorisini öncelikle bilginin gereklerini yerine getirmek için öne sürmüştür. Bir başka deyişle, o felsefesine önce bilginin doğası konusunu ele alarak başlamış ve evrenin doğasını, bilginin doğasını dile getirdiğini düşündüğü şeyden, yani İdealardan çıkarsamaya çalışmıştır. Oysa Aristoteles işe ontolojiyle, yani evrendeki olgulara ilişkin bir analizle başlar ve bu olguları bir sistem içinde bir araya getirir. İnsan bilgisi sistemin içine ancak daha sonra, diğerleri gibi doğal bir fenomen olarak girer.
Aristotelesçilik hakkında bilgi:
Rönesans düşüncesinin yöneldiği bir başka antik düşünce çığırı da Aristotelesçilikti. Bununla birlikte, söz konusu Aristotelesçilik Skolastik düşüncede Hıristiyan öğretiyle evlendirilmiş olan Hıristiyan Aristotelesçiliği değildi. Rönesans, Aristoteles felsefesini Skolastik unsurlardan arındırarak, özgün haliyle almaya veya kendi düşünce dünyasına uyumlu hale getirmeye çalıştı. Bu yüzden Rönesans düşüncesi önce Skolastik yönteme ve ondan ayrılmaz olan Aristoteles mantığına saldırdı, sonra da Aristotelesçi felsefeyi, biri İskender Afrodisi, diğeri de İbn Rüşd olacak şekilde, Hıristiyan olmayan kaynaklardan öğrenmeye geçti.
Aristoteles Mantığının Eleştirisi
Hümanistler arasında Skolastik yöntem ve Aristoteles mantığını saldırı konusu yapan pek çok kimse vardı. Bu hümanistlerin en başında ise Aristoteles mantığına, gerçek somut bilgiyi ne ortaya çıkarabilen ne de izole edebilen soyut ve yapay bir şema olduğu gerekçesiyle karşı çıkan Lorenzo della Valla (1407-1457) idi. Gerçekten de Aristotelesçi Skolastik mantığa ve metafiziğin boş soyutlamalarına karşı çıkan Valla’nın görüşüne göre, Aristoteles mantığı dilsel barbarizme bağlı olan bir tür Sofistlikten başka bir şey değildi. Valla, düşüncenin işlevi veya amacının şeyleri bilmek, şeylerin bilgisi konuşmada ifade edildiği için de sözcüklerin işlevinin şeylerin belirlenimlerine ilişkin kavrayışı olabilecek en açık ve anlaşılır bir tarzda ifade etmek olduğunu söylüyordu. Onun gözünde Aristoteles mantığının pek çok terimi, şeylerin somut özelliklerine erişme ve dolayısıyla gerçekliği yansıtma imkânı olmayan yapay kurgu veya inşalardan oluşuyordu. Valla, bu yüzden bir yandan konuşmada ve dilde bir reform ihtiyacına vurgu yaparken, diğer yandan da mantığın retoriğe tabi olması gerektiğini söyledi. Hatiplerin hemen her konuyu kuru, kafaları karışmış ve cansız diyalektikçilerden daha açık ve derinlikli bir biçimde ele aldığını söyleyen Valla’ya göre retorik ne düşünceleri güzel veya uygun bir dille ifade etme ne de başkalarını ikna etme sanatıydı; retorik, somut gerçekliği konu alan gerçek bir kavrayışın dilsel ifadesi olmak durumundaydı.
Valla’nın mantık üzerine düşünceleri sonradan Rudolf Agricola (1443-1485) ve Luis Vives (1492-1540) gibi hümanistler tarafından da benimsenip devam ettirilmiştir. Bu hümanistlerden Vives, Rönesans’ın araştırmacı ruhuna uygun düşen özellikleriyle biraz daha öne çıkan birisidir. Gerçekten de Aristoteles’in tıbbi veya bilimsel görüşlerine Skolastik dönemde gösterilen kölece bağlılığa karşı çıkan Vives, bilimde ilerlemenin fenomenlerin doğrudan gözlemine bağlı olduğunda özellikle ısrar etti. Sözgelimi psikolojide gözlemin değerinin herkesçe kabul edilmesini talep etti; kişinin eskilerin ruhla ilgili olarak söylediklerine itibar etmemesi gerektiğini bildirirken, kendi gözlem ve incelemelerinden hareketle çağrışım ilkelerini ortaya koydu.
Aynı şekilde genel bir bilim olarak retoriğin önemine vurgu yapan bir başka hümanist Rönesans filozofu olarak Marius Nizolius da (1488-1566) yargıda bağımsızlık ve özgür araştırma ruhu adına, kadim filozoflara gösterilen kölece bağımlılığa karşı çıkmıştı. Onun gözünde fizik ve politikayı ihtiva eden felsefenin dar bir anlam içinde şeylerin özellikleriyle meşgul olduğu yerde, genel bir bilim olarak retorik sözcüklerin anlam ve doğru kullanımıyla ilgili olmak durumundadır. Retoriğin diğer bilimlerle olan ilişkisi, ruhun bedenle olan ilişkisinin bir benzeridir. Nizolius’a göre, retorik diğer bilimlerin ilkesidir.
Demek ki retorik Nizolius için güzel ve etkili konuşma teorisi veya sanatı anlamına gelmiyordu;
retorik genel anlambilimi olup, metafizik ve ontolojiden bağımsızdı. Buna göre retorik, sözgelimi genel sözcüklerin veya tümel terimlerin tümellerin nesnel varoluşundan nasıl bağımsız olduğunu göstermek durumundaydı. Onun açısından tümel terim insan zihninin kendisiyle bir sınıfın bütün bireysel üyelerini idrak ettiği veya kavradığı bir zihinsel işlemi ifade eder. Demek ki zihnin tümel kavramda şeylerin metafiziksel özünü kavramasını mümkün kılan işlem anlamında bir soyutlamanın söz konusu olmadığını, soyutlamanın daha ziyade zihnin tümel bir terimde aynı sınıfın bireyleriyle ilgili deneyimini ifade ettiğini savunan Nizolius’a göre zihin, tasımda genel ya da tümellerden tekil olana değil de bütünden parçaya gider. Aynı şekilde tümevarımda da zihin tikellerden tümele değil fakat parçadan bütüne gider. Nizolius şu halde, Rönesans ruhuna çok uygun olarak genel düşünce formlarını ontolojik önkabullerden kurtarma, mantığı metafizikten arındırma ve onu dilsel bir bakış açısından ele alma çabası vermekle kalmamış fakat aynı zamanda abstractio’nun yerine comprehensio’yu ikame etmişti.
Aristotelesçi Skolastik mantığın yapay ve gerçeklerden uzak karakterine bu dönemde ünlü Fransız hümanist Petrus Ramus tarafından da işaret edilmiştir. Hakiki mantığın doğru konuşmada ifade edildiği şekliyle doğal ve kendiliğinden düşünme ve akılyürütmeyi yöneten yasaları ifade ettiğini bildiren Ramus’a göre, retorikle yakın bir ilişki içerisinde bulunan söz konusu doğal mantığın biri keşifle diğeri yargıyla ilgili olan iki ayrı bölümü vardır. Buna göre doğal mantığın işlevi insanlara şeylerle ilgili soruları yanıtlama imkânı sağlamak olduğundan, mantıksal düşünme sürecinin birinci evresi, araştıran zihnin gündemdeki soruyu yanıtlamasını mümkün kılacak bakış açıları veya kategorileri bulup çıkartmaktan oluşur. Bu kategoriler ise kendi içlerinde neden ve sonuç kategorisi gibi ilk ve temel kategorilerle cins, tür ve tanım benzeri ikincil kategorilere ayrılır. İkinci evre bu kategorilerin zihnin sorulan soruyu yanıtlamasını mümkün kılacak şekilde uygulanmasından meydana gelir. Yargıyı ele alırken, Petrus Ramus üç aşamayı birbirinden ayırır: Birinci aşamada tasım, ikinci aşamada sonuçların sistematik bir zincir içinde bir araya getirilmesi anlamında sistem söz konusuyken üçüncü aşamada bütün bilgilerin Tanrıyla ilişkilendirilmesi gündeme gelir. Mantık ideali her şeye rağmen Aristotelesçi bir ideal olarak tümdengelimsel akılyürütme olan Ramus’un mantığı biri kavram diğeri yargı olmak üzere, iki ana bölümden oluşuyordu.
Petrus Ramus da tıpkı Valla ve Nizolius gibi, klasiklerden özellikle de Cicero’nun eserlerinden çok yoğun bir biçimde etkilenmişti. Cicero’nun söylevleriyle kıyaslandığında, Aristoteles’le Skolastiklerin mantıksal eserleri ona çok kuru, yavan ve yapay gelmişti. Aristotelesçi Skolastik mantığa karşı çıkan, Aristotelesçi felsefeyi Skolastik unsurlardan ayıklamaya çalışan bu filozoflara göre, Cicero’nun konuşmalarında insan zihninin doğal mantığı gerçek ifadesini somut sorularla ilişkisi içinde ortaya çıkmaktaydı. Söz konusu hümanist filozoflar doğal mantığa ve bu mantığın retorik veya konuşmayla olan ilişkisine vurgu yaptılar. Aristoteles mantığını Platonik diyalektikle karşı karşıya getiren bu filozofların, aslında Skolastisizme karşı bir tepkiyi ifade eden yaklaşımlarında, Cicero Platon’dan bile daha büyük önem kazandı. Onlar retorik yanında, soyut kavramlardan ziyade şeylere önem verdiler; bu açıdan bakıldığında onların Rönesans ruhuna uygun düşecek şekilde deneyimci bir bakış açısını teşvik ettikleri söylenebilir. Bununla birlikte, onların genel tutumları, bilimsel olmaktan ziyade estetik bir tutumdu. Onlar hümanist filozoflardı; mantık alanında öngördükleri reform, hümanist ilgilerden hareketle, kültürlü ifade veya kişiliğin gelişimi adına hayata geçirilmeye çalışılan bir reformdu.
Gerçek Aristotelesçiler
Skolastik mantığın Aristotelesçi eleştirmenlerinden, yani Aristoteles felsefesinin gerçek formuna varmak isteyen hümanistlerden Aristotelesçilerin bizzat kendilerine geçtiğimizde, söz konusu Rönesans filozoflarının kendi içlerinde İbn Rüşdçüler ve Alexandristler olarak ikiye ayrıldıklarını görürüz. Bunlardan İbn Rüşdçüler Aristoteles’i ünlü Müslüman filozof İbn Rüşd’ün bakış açısıyla yorumlarken Alexandristler onu, Antikçağın sonlarında yaşamış ünlü Aristoteles yorumcusu İskender Afrodisi’nin yorumuyla ele almaktaydılar. Bu iki kamp arasındaki en önemli farklılık, İbn Rüşdçülerin bütün insanlarda tek bir ölümsüz akıl öne sürdükleri yerde, Alexandristlerin insanlarda ölümsüz bir aklın varoluşunu kabul etmemelerinden meydana geliyordu. Her iki taraf da kişisel bir ölümsüzlük fikrini inkâr ettiği için Platoncuların düşmanlığını çekmişlerdi.
Aristoteles felsefesini doğrudan doğruya kendi özkaynaklarından değil de sonraki yorumlarından ele alan bu Aristotelesçi filozofların, her şeye rağmen anlayış ve ruhça Rönesans filozofları olduklarından kuşku yoktur. Bunun en önemli nedeni de onların aralarındaki en temel ihtilafta Ortaçağın dine bağlı dünya görüşünü aşarak, Rönesans’ın özgür düşüncesine çokça yaklaşmalarıdır. Bunu onların aralarında geçen “ruhun ölümsüzlüğü” tartışmasında açıklıkla görmek mümkündür. Gerek İbn Rüşdçüler gerekse Alexandristler, kişisel ölümsüzlüğü reddetmek suretiyle, Hıristiyanlığın en temel inanç ya da öğretilerinden birini yıkma noktasında birleşirler. Gerçekten de bu fani görünüşler dünyasını gelip geçici bir dünya olarak değerlendirirken, insanın bu dünyada geçen hayatını ahiret hayatı için sadece bir önhazırlık veya geçit olarak anlayan Hıristiyan imanı açısından bireyin, beden öldükten sonra da ruhsal olarak yaşamaya devam etmesi vazgeçilmez bir inanç parçasıydı. İbn Rüşdçüler ve Alexandristler Rönesans’ta bu inancı yerle bir ederler. Bu, onların birer Rönesans filozofu olmalarını temin eden en önemli unsurdur. Şu farkla ki genel Aristoteles kavrayışına pek çok Yeni-Platoncu unsur katmış olan İbn Rüşdçülerin bireyin ruhunun akıllı bir yönü olduğunu, bu boyutun ölümden sonra evrensel akla geri döneceğini öne sürdükleri yerde, doğalcı olan Alexandristler insanın maddi varlığı gibi ruhun akıllı boyutunun ölümsüz olmadığını savunurlar.
İbn Rüşdçülüğün merkezi Padua’dır. Tüm insanlarda tek bir ölümsüz aklın var olduğunu öne süren ilk Rönesans İbn Rüşdçüsü ise 1471 ile 1499 yılları arasında Padua’da hocalık etmiş olan Nicoletta Vernias’tır. Buna mukabil Alexandristlerin en önemli ismi Pietro Pomponazzi’dir (1462-1525). Pomponazzi her ne kadar Aristoteles kavrayışında İskender Afrodisi’yi takip etmiş olsa da onun üzerinde İskender’in Aristoteles’in öğretisine katmış olduğu unsurlar veya getirmiş olduğu yorumlardan ziyade, İskender’in öğretisindeki Aristotelesçi unsurlar etkili olmuştur. Bu yüzden, Pomponazzi’nin amacının Aristoteles’i Aristotelesçi olmayan ek veya katkılardan arındırmak olduğu söylenebilir. Onun hakiki Aristotelesçilikten bir sapma olarak değerlendirdiği İbn Rüşdçülüğe savaş açmış olmasının nedeni de buydu. Nitekim bedenin formu ya da enteleşisi olarak ruh düşüncesini kendisine dayanak noktası yapan Pomponazzi, bu düşünceyi sadece İbn Rüşdçülere karşı değil fakat insan ruhunun bedenden doğal olarak ayrılabilir ve dolayısıyla ölümsüz olduğunu öne süren Thomasçı Skolastiklere karşı da kullanmışlardır. Pomponazzi, burada insan ruhunun bir bütün olarak, yani hayvani ruhun olduğu kadar akli ruhun da bedene bağlı olduğunu öne sürmekteydi; bu tezini desteklemek için de Aristoteles felsefesinin ruhuna uygun olarak gözlemlenmiş olgulara başvurmuştu. İnsanın rasyonel ruhunun ölümsüzlüğüyle ilgili İbn Rüşdçü hipotezi gözlemlenmiş olgularla bağdaşmaz olduğu için reddetti.
Kaynak: Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci