Bugun...



Faşizm geri mi dönüyor? Cihan Aksan ve Jon Bailes

Bu metin ilk olarak State of Nature’da, çeşitli düşünürlerden tek bir soruya yanıtlar istenen aylık “Bir Soru” dizisinin parçası olarak yayınlandı. Bu ayki – “Faşizm geri mi dönüyor?” – sorusu, Chiara Bottici, Neil Faulkner, Rose Sydney Parfitt, Tim Jacoby, Charlie Post, Yannis Stavrakakis, William I. Robinson, Laurence Davis, Elena Loizidou, Cenk Saraçoğlu, Eva Nanopoulos, Chip Berlet, Stephen Hopgood ve Jessica Northey tarafından yanıtlandı.

facebook-paylas
Güncelleme: 16-12-2017 00:47:43 Tarih: 15-12-2017 23:44

Faşizm geri mi dönüyor?   Cihan Aksan ve Jon Bailes

Faşizm geri mi dönüyor? 

Cihan Aksan ve Jon Bailes

 

Bu metin ilk olarak State of Nature’da, çeşitli düşünürlerden tek bir soruya yanıtlar istenen aylık “Bir Soru” dizisinin parçası olarak yayınlandı. Bu ayki – “Faşizm geri mi dönüyor?” – sorusu, Chiara Bottici, Neil Faulkner, Rose Sydney Parfitt, Tim Jacoby, Charlie Post, Yannis Stavrakakis, William I. Robinson, Laurence Davis, Elena Loizidou, Cenk Saraçoğlu, Eva Nanopoulos, Chip Berlet, Stephen Hopgood ve Jessica Northey tarafından yanıtlandı.

One Question 
Fascism (Part One)

Chiara Bottici

Associate Professor in Philosophy at New School for Social Research and Eugene Lang College (New York). Her recent books include Imaginal Politics: Images beyond Imagination and The Imaginary (Columbia University Press, 2014)

 

Bu yanıtların birinci bölümü şöyle:

Bir hukuk insanından, faşizmin şu an güvence gördüğümüz ve kanıksadığımız normatif sistemin DNA’sında yer alıyor olabileceği önermesini duymak ters gelebilir. Ne de olsa hukuk, eşit haklara ve saldırmamaya olan vurgusu ile, Nazi Almanya’sında, Faşist İtalya’da ve müttefiklerinde sistematik olarak ihlal edildi ve genellikle aşırı sağ yükseliş karşısında en önemli silahımız olarak görülüyor. Ancak unutmamalıyız ki, [faşizmin yükseldiği] iki savaş arası dönem öyle kendiliğinden ortaya çıkmadı. Tam aksine, faşizm, zalim genişlemeciliği ve Sosyal Darwinci mantığı ile (ki o zamanlar tamamen “yasal”dı), 500 yıllık Avrupa sömürgeciliğinde vardı ve sonrasında kendine [Avrupa’ya] döndü.

 

Chiara Bottici

Toplumsal Araştırmalar Yeni Okulu ve Eugene Lang College’da (New York) felsefe doçent doktoru. Yakın tarihli kitaplarından bazıları Imaginal Politics: Images beyond Imagination and The Imaginary(Columbia University Press, 2014), Imagining Europe: Myth, Memory, and Identity (Benoit Challand ile birlikte, Cambridge University Press, 2013) ve katkıda bulunduğu editörlü koleksiyonlar ise The Anarchist Turn (Pluto 2013, Simon Critchley ve Jacob Blumenfeld ile birlikte) ve Feminism, Capitalism and Critique (Palgrave 2017, Banu Bargu ile birlikte).

Aslında faşizm hiç gitmemişti. Faşizmden anladığımız, ideolojiye adını vermiş ve onu açıktan benimsemiş olan tarihi rejim ise, bundan, bu konseptin sadece İtalya’da 1922 ile 1943 arasında hüküm süren siyasi rejime uygulanabileceği sonucuna varmalıyız. Ancak bunu söylemek, laf kalabalığından ileri gitmez: “İtalyan faşist rejimi” eşittir “İtalyan faşist rejimi.” Yani “Tarih asla tekerrür etmez, dolayısıyla faşizm kategorisini bu bağlam dışında uygulamaya dönük her girişim başarısız olmaya yazgılıdır.” Bunu söylemek, tarihçiler için yerinde bir uyarı olabilir ama ya toplum ve siyaset teorisyenleri için? Faşizm konsepti, farklı iktidar biçimleri üzerine düşünüp bunları karşılaştırmanın sezgisel bir aracı olabilir mi?

Eğer faşizmden anladığımız, 1922-43 arası İtalya krallığında cisimleşen ve görünür hale gelen bir siyasi model ise, çok farklı bir sonuca ulaşırız. Bu iktidar biçimini karakterize eden özellikleri ele alalım: hiper milliyetçilik, ırkçılık, maçoluk, lider kültü, “çöküş ve yeni siyasal rejimde yeniden doğuş” miti, siyasi düşmanlara karşı şiddetin şu veya bu şekilde açıktan benimsenmesi ve devlet kültü. İşte o zaman bu iktidar biçiminin, 1943’te formel olarak ortadan kalkmasından sonra, farklı biçimlerde ve şekillerde, sadece Avrupa’da değil başka yerlerde de nasıl var olmaya devam ettiğini açık bir şekilde görebiliriz. Faşist partilerin nasıl varlığını sürdürdüğünü, faşist söylemlerin nasıl yayıldığını ve savaş sonrasında dünya çapında ortaya çıkan farklı rejimlerin, formel olarak faşizmi benimsemeksizin nasıl faşist özellikler sergilediğini görebiliriz.

Günümüze gelirsek, Trumpç’ılığın, temsili demokrasinin formel özelliklerine saygı, serbest piyasa ideolojisi ile popülist söylemin bir birleşimi ve bir yandan devletin aygıtlarına yoğun şekilde başvururken diğer yandan devleti eleştirme paradoksu gibi belirli hususiyetler ile birlikte, bir ideoloji olarak faşizmin neoliberal bir biçimini nasıl temsil ettiğini görebiliriz. Ancak aynı zamanda aşırı milliyetçilik, sistematik ırkçılık, maço-popülizm ve şiddetin örtük şekilde meşrulaştırılması gibi, faşizme mahsus özellikler de sergilemektedir. Toplamda, faşizmi, modern iktidarın bir eğilimi ve onun devlet egemenliği mantığını ise, Karstik bir nehir gibi, formel kurumların altından akan ama ne zaman bir açıklık bulsa daima en yıkıcı formunda patlak veren bir eğilim olarak değerlendirmeliyiz.

*

Neil Faulkner

Tarihçi, arkeolog ve siyasal düşünür. A Radical History of the World (Pluto, basım aşamasında), Creeping Fascism: Brexit, Trump, and the Rise of the Far Right (Public Reading Rooms, 2017) ve A People’s History of the Russian Revolution (Pluto, 2017) dahil sayısız kitabın yazarı.

Faşizm geri dönüyor mu? Belki de. Ama tarih determinist bir şekilde ilerlemez. Önümüze yapılması gereken bir dizi tercih koyarak gelişir.

Ancak 1930’ların bu filminin ağır çekimde yeniden gösterimde olduğu da doğru görünüyor. Ekonomik durgunluk, artan toplumsal çürüme, uluslararası düzende bir kırılma, artan silahlanma ve savaş harcamaları ve eli kulağında bir iklim felaketi ile, belki de 1930’larınkinden daha zorlu bir dünya kapitalist krizi ile yüz yüzeyiz.

Siyaset ve iş dünyası elitlerinin insanlığı ve gezegeni bekleyen büyük sorunların hiçbirine bir çözümü yok. Parlamenter demokrasilerin altı büyük şirketlerin gücü tarafından oyulmuş durumda. Diğer yerlerde ise iktidarda otoriter milliyetçi rejimler var. Faşist örgütlenmeler seçimlerde giderek daha çok zemin kazanıyor.

Emek hareketleri – sendikalar ve kitlesel sosyalist partiler – 35 yıllık neoliberalizm sürecinde zayıfladılar. Krizin sillesini yiyen çoğu çalışan insan, kolektif mücadeleyle direnebilmelerini sağlayacak etkili mekanizmaların yokluğunu çekiyor. Toplumsal yaşam atomizasyon, yabancılaşma ve ümitsizlik ile karakterize oluyor. Bu, milliyetçilik, ırkçılık, faşizm ve savaş için verimli bir zemin yaratıyor.

Sağın hiçbir çözümü, önerecek hiçbir şeyi yok. Siyasetlerinin özü bu nedenle işçi sınıfını birbirine düşürmekten, kadınları, yoksulları, engellileri, etnik azınlıkları, Müslümanları, LGBT bireyleri, göçmenleri, mültecileri vb. günah keçisi yapmaktan ibaret. Farklı yerlerde farklı biçimler alıyorlar. ABD’de Trump. İngiltere’de Brexit. Fransa’da Le Pen. Almanya’da AfD. Ama mesajın özü aynı. Ve silahlı çetelerin sendikaları, solu ve azınlıkları bastırmaya dönük şiddeti ve baskısı ile bunun topyekûn faşizme dönme potansiyeli var.

Ancak faşizm 1920’lerde ve 1930’larda durdurulabildi ve bugün de durdurulabilir. Her şey ne yaptığımıza bağlı. Görev son derece zorlu: nesillerdir süren finansallaşmayı, özelleştirmeyi, kemer sıkma politikalarını ve çalışan insanlara çektirilen eziyeti geri püskürtecek radikal bir ekonomik ve toplumsal değişim programından daha azı değil ihtiyacımız olan.

Faşistleri durdurmak için, sıradan çalışan insanlardan oluşan kitlelere alternatifin mümkün olduğunu göstermemiz gerekiyor: eğer birleşip örgütlenir ve direnirsek, şu an toplumun refahını en tepeye emen süper zengin rantiye sınıfın grotesk açgözlülüğüne karşı durabiliriz ve toplumu eşitlik, demokrasi, barış ve sürdürülebilirlik temelinde yeniden kurabiliriz.

*

Tim Jacoby

Manchester Üniversitesi Küresel Kalkınma Enstitüsü’nde profesör. Understanding Conflict and Violence: Theoretical and Interdisciplinary Approaches (Routledge, 2008) ve Social Power and the Turkish State (Routledge, 2004) kitaplarının yazarı ve başka dört kitabın yazarlarından biri.

Faşizm geri dönüyor değil çünkü hiç gitmedi. Bazı nominalist tarihçilerin düşündüğünün aksine, 1920’lerde başlayıp 1945’te de bitmedi. Faşizm cansız bir şey değil, canlı ve selametle yoluna devam ediyor.

Birleşik Devletler’in 1947 tarihli JCS 1779 sayılı direktifi, Nazileri ayıklamaya yönelik tedbirlerle görevinden uzaklaştırılmış olan Almanların yüzde 90’dan fazlasının görevine iade edilmesini sağladı. Buna 1951’de Arjantin’e kaçmış olan Hauptsturmführer Klaus Barbie de dahil. İtalya’da komünist partinin gücü konusundaki kaygılar CIA’nin sabit fikirli faşistlerle dolu Hıristiyan Demokrat Parti’ye 10 milyon dolar akıtmasına neden oldu. Yunanistan’da 1949’da komünist ayaklanmayı bastırmak için eski Nazi casuslarla çalışmış olan Birleşik Devletler, Marshall Planı’nı Salazar Portekiz’ini içerecek şekilde genişletti ve Franco rejimi ile ilişkileri normalleştirdi ki bunun sonucu olan 1953 Madrid Paktı, rejim tarafından haklılığına kanıt olarak gösterildi.

2005-13 genel seçimlerinde 500.000 ila 750.000 oy alan Almanya’nın Nationaldemokratische Partei Deutschlands partisi, 1946’da General der Flieger Alexander Andrae tarafından kurulan Deutsche Reichspartei’nin doğrudan devamcısıydı. İspanya’da Democracia Nacional, Franco’nun sığınma verdiği ve sonrasında Belçika’nın sınır dışı etme girişimlerini engellediği Walloon Schutzstaffel’in eski komutanı Standartenführer Léon Degrelle’yi içeren Círculo Español de Amigos de Europa’dan doğdu. Degrelle’nin yakın arkadaşı Jean-Marie Le Pen, 1972’de Ulusal Cephe’yi (Front National) kurdu ve 2002 Fransa seçimlerinde beş milyon oy aldı.

Birleşik Devletler’de Ku Klux Klan, 1920’lerde tahminen 4 milyon civarı üyeye ulaşmıştı (bu onu dünya tarihinin en büyük sivil toplum örgütlerinden biri yapıyor). Bu durum, Avrupa faşizminin askeri yenilgisinden sonra da değişmedi. KKK, Amerikan Nazi Partisi (1959’da kuruldu) ile ve Birleşik Krallık’taki, Britanya Faşistler Birliği’nin eski bir üyesi olan Colin Jordan’ın ve Britanya Ulusal Partisi’nin lideri olacak John Tyndall’in (ki 1995’te partiye Nick Griffin’i getirmiştir) öncülük ettiği Milliyetçi Toplumcu Hareket gibi gruplarla bağlar kurdu. Bu trans-Atlantik işbirliğinin arkasındaki kilit figür, Harold Covington’dı (katil Dylann Roof, 2015 Charleston katliamında*[1] onun etkisinin rol oynadığını belirtmişti).

*

Rose Sydney Parfitt

Kent Hukuk Okulu’nda hukuk okutmanı ve Melbourne Hukuk Okulu Avustralya Araştırma Konseyi’nde araştırma görevlisi, “International Law and the Legacies of Fascist Internationalism” (Uluslararası Hukuk ve Faşist Enternasyonalizminin Mirasları) başlıklı bir araştırma projesine öncülük ediyor. Modüler tarih ve uluslararası hukuk öznelliği üzerine kitabı 2018’de Cambridge University Press’ten çıkacak.

Faşizmin geri döndüğüne şüphe yok bence. Açık ki faşizmin dili, sembolleri ve mantığı bugün 1940’lardan bu yana en açık haliyle kullanılıyor. Ancak bu, faşizmin bundan önce gitmiş olduğu ya da – bir zamanlar Avrupalı, şimdi ise küresel hukuk düzenimiz bağlamında – faşizmin özünün başından beri bizimle olmadığı anlamına gelmiyor.

Bir hukuk insanından, faşizmin şu an güvence gördüğümüz ve kanıksadığımız normatif sistemin DNA’sında yer alıyor olabileceği önermesini duymak ters gelebilir. Ne de olsa hukuk, eşit haklara ve saldırmamaya olan vurgusu ile, Nazi Almanya’sında, Faşist İtalya’da ve müttefiklerinde sistematik olarak ihlal edildi ve genellikle aşırı sağ yükseliş karşısında en önemli silahımız olarak görülüyor. Ancak unutmamalıyız ki, [faşizmin yükseldiği] iki savaş arası dönem öyle kendiliğinden ortaya çıkmadı. Tam aksine, faşizm, zalim genişlemeciliği ve Sosyal Darwinci mantığı ile (ki o zamanlar tamamen “yasal”dı), 500 yıllık Avrupa sömürgeciliğinde vardı ve sonrasında kendine [Avrupa’ya] döndü.

[Hukuk devleti olgusunun] Avrupa ile sınırlı bir sistem iken dekolonizasyon, “kalkınma” ve komünizmin çöküşü yoluyla neredeyse evrensel bir sisteme dönüşmesi sürecinde, bu ayrımcı ve genişlemeci eğilimleri terk ettiği varsayılıyor. Ancak temel öncülleri aynı kaldı. Hukukun birincil özneleri (devletler ve bireyler) artık sayıca daha çok olabilir ama halen sadece negatif anlamda özgür (“bir şeyi yapmaya özgür” olmak değil, “bir şeyden azade” olmak anlamında) ve formel anlamda eşit (maddi değil yasal olarak) sayılıyorlar. Benzer şekilde, hukukun devlet dışı, insan dışı nesneleri; teknolojinin “piyasa”nın giderek daha kuytu köşelerine sermaye götürme kapasitesi ile sınırsız arzda ele geçirilen “doğal kaynaklar” olarak görülmeye devam ediyorlar.

Ancak “kaynak” arzı aslında – on dokuzuncu yüzyıl emperyalistleri ile yirminci yüzyıl faşistlerinin iddia ettiği gibi – sınırsız değil. Onların da kabul ettiği – ve benimsediği – gibi bu, devletin, karşılıklı uyum içinde, bireysel müreffeh gelecekler peşinde koşulabilecek eşitlikçi bir çerçeve olarak işlev göremeyeceği veya bunu en azından, içerisinde et, balık, yağ, gaz, su, disprosiyum, avokado ve diğer “temel” mallar bulunan bir tür dışsal “yaşam alanı” bulunmadığı müddetçe yapamayacağı anlamına geliyor. Yani devlet, bir “herkese eşit şartlar sağlayan” alan değil, sadece en güçlülerin (zenginlerin) ayakta kalma hakkına sahip olduğu sonsuz birikim savaşını halihazırda kazanıyor olanlar tarafından ele geçirilmeye müsait kolektif bir araç – bir koçbaşı. Kısaca, görünürde hukukun üstünlüğünün antitezi olan faşizm, pratikte hukukun kutsallaştırılması olabilir.

O zaman, soruya bir başka soruyla yanıt verelim. Kıtlıkta, yoksullukta, sömürüde ve gezegensel yıkımda evrensel “özgürlük” ve “eşitlik” ile bir çelişki görmeyen küresel hukuk düzeni bağlamında, faşizm hiç ortadan kalkacak mıdır?

*

Charlie Post

New York Şehir Üniversitesi fakülte sendikasında uzun süreli bir sosyalist ve aktivist. The American Road to Capitalism (Haymarket, 2012) kitabının ve ABD’de emek, siyaset ve toplumsal mücadeleler üzerine sayısız makalenin yazarı.

Bu soruya yanıtım muğlak. Bir yandan, gelişmiş kapitalist dünyada faşizmin bir hareket olarak yeniden yükselişi için toplumsal ve siyasal koşullar olgunlaşıyor. 2008 resesyonu ile başlayan küresel çöküş işçi ve orta sınıflarının yaşam standartlarını kırıp geçirdi – hem kendi hesabına çalışanların hem de profesyonellerin ve yöneticilerin. Emek hareketinin siyasi ve ekonomik örgütlerinin neredeyse çökmüş olması ve sosyal demokrat partilerin neoliberalizmi ve kemer sıkma politikalarını uygulama konusundaki aktif işbirliği, krize “aşağıdan,” ilerici, dayanışmacı ve militan bir yanıt ortaya çıkmasını engelledi. Hem büyük ulusötesi şirketlere hem de emekten yana hiçbir alternatif görememeye karşı yükselen öfke ile, orta sınıfların geniş kesimleri, hem “küreselcileri” hem de “hakketmeyen” göçmenleri ve diğer ırklandırılmış azınlıkları hedef alan ırkçı ve yabancı düşmanı politikaların çekimine kapıldı. Bu politikalar, faşist sokak savaşçılarını örgütlü işçileri, göçmenleri ve diğerlerini hedef almaya cesaretlendiren sağcı popülist partilerin seçim zaferlerinin tetikleyicisi oldu.

Öte yandan iktidarın faşistlerce ele geçirilmesinin toplumsal ve siyasal koşulları hiçbir gelişmiş kapitalist ülkede gündem değil. Kapitalistler iktidarı, yalnızca emek hareketi radikal bir değişimle tehdit ettiğinde ve başarısız olduğunda, faşist partilerde örgütlenmiş öfkeli orta sınıflara teslim etmişti. Öyle ya da böyle, emek hareketinin Kuzey Yarımküre’de sermaye egemenliğine en son bir tehdit arz etmesinden bu yana kırk yıl geçti. Bugün kapitalistler iktidarı sağ popülist seçim oluşumlarına teslim etmeye pek istekli değil ve faşist çetelere de ihtiyaçları yok.

İktidarın faşistlerce ele geçirilmesi gündemde olmasa bile, emek hareketi ve solun, halen zayıflarken ezmek için faşist gruplar ortaya çıktığında harekete geçmesi gerekir.

*

Yannis Stavrakakis

Selanik Aristotle Üniversitesi’nde Siyasal Söylem Analizi profesörü. Lacan and the Political (Routledge, 1999) ve The Lacanian Left (SUNY Press, 2007) kitaplarının yazarı, Discourse Theory and Political Analysis (Manchester University Press, 2000) kitabının editörlerinden biri. 2014’ten bu yana http://www.populismus.gr adresindeki POPULISMUS Observatory’nin direktörlüğünü yürütüyor.

Faşizmin bir geri dönüş yaptığı söylenebilir. Dünyada faşist veya neo-Nazi güçlerin parlamentolara girdiği ve az ya da çok meşru bir siyasal seçenek olarak ortaya çıktığı yerler var. Krizin pençesindeki Yunanistan’da Altın Şafak’ın yükselişi örneğin. Ancak bu illa ki liberal demokrasinin şu anda bu geri dönüş yüzünden 1930’lardaki gibi bir ölüm kalım tehlikesi içinde olduğu anlamına gelmiyor. Özellikle de, üç kritik meseleyi iyi anlamalıyız:

  1. Kavramsal netlik meselesi son derece önemli. Bugün, beğenmediğimiz neredeyse her şey “faşizm” ilan ediliyor – faşizm, popülizm, otoriterlik vb. arasındaki kavram karmaşası bu yüzden. Donald Trump fenomeninin nasıl ele alındığı bir örnek.
  2. Faşizmden daha da sıkıntılı olan şey, daha ılımlı siyasal güçlerin, onun ana mesajlarını ve kinayelerini benimseyerek faşizmi ele alma şekli, yani faşizmin “ana-akımlaştırılması” veya “normalleştirilmesi” gibi görünüyor. Bu fikirler çoğumuza son derece çekici gelebilir, bu yüzden potansiyel olarak hepimizde mevcut bir “otoriter kişilik,” “içsel faşizm” meselesi, dolayısıyla da bu fenomeni incelemeye yönelik psiko-sosyal bir yaklaşımın önemi bir kez daha kendini ortaya koyuyor.
  3. Son olarak, faşizmin geri dönüşünün ve giderek artan çağdaş psiko-sosyal çekiciliğinin esas sebebinin başka bir yerde yatıyor olabileceği dikkatimizden kaçmamalı: neoliberalizmin saltanatı ve sosyal demokrasinin, artan eşitsizliklerle yüz yüze ve toplumsal ve ekonomik mobilitede aşağı doğru bir girdaba kapılmış olan nüfusun geniş kesimlerine gerçek bir umut sunabilme konusundaki acınası başarısızlığı.

*

William I. Robinson

Santa Barbara’daki California Üniversitesi’nde Sosyoloji, Küresel Çalışmalar ve Latin Amerika Çalışmaları profesörü. Son kitabı Global Capitalism and the Crisis of Humanity (Cambridge University Press, 2014). Önümüzdeki yıl Haymarket yeni bir çalışmasını basacak: Into the Tempest: Essays on the New Global Capitalism.

Faşizm, ister klasik yirminci yüzyıl formunda, isterse yirmi birinci yüzyıl neo-faşizminin olası varyantları formunda olsun, kapitalist krize verilen belirli bir yanıttır. Küresel kapitalizm 2008 Büyük Resesyonu ile derin bir yapısal krize girdi, 1930’dan beri en kötü kriz. ABD’de Trump’çılık, İngiltere’de Brexit, Avrupa çapında ve dünya genelinde (İsrail, Türkiye, Filipinler, Hindistan ve diğer yerler gibi) neo-faşist ve otoriter partilerin ve hareketlerin artan etkisi, küresel kapitalizmin krizine aşırı sağ bir yanıt arz ediyor.

Yirmi birinci yüzyılın faşist projeleri, Kuzey Yarımküre’deki beyaz işçiler ve Güney Yarımküre’deki orta tabakalar gibi, kapitalist küreselleşme nedeniyle şiddetlenen bir güvencesizlik ve aşağı mobilite tehdidi altında bulunan küresel işçi sınıfının tarihsel olarak ayrıcalıklı kesimleri arasında bir kitle tabanı örgütleme peşinde. Faşizm, akut kapitalist kriz döneminde, kitlesel korku ve endişeyi ABD ve Avrupa’da—göçmen işçiler, Müslümanlar ve mülteciler gibi—günah keçisi haline getirilen topluluklara yönlendiren psikososyal mekanizmalara dayanıyor. Aşırı sağ güçler bunu, yabancı düşmanlığına dayanan bir söylem repertuvarı, ırk/kültür üstünlüğü içeren gizemli ideolojiler, idealize ve uydurma bir tarih anlatısı, binyılcılık, ve savaşı, toplumsal şiddeti ve tahakkümü adeta kutsayan militarist ve erkekçi bir kültür üzerinden yapıyor.

ABD’de kısmen göçmen karşıtı, Müslüman karşıtı ve yabancı düşmanı duyguların kamçılanmasına dayanan, Trump’ın emperyal kabadayılığından, popülist ve milliyetçi retoriğinden ve açıkça ırkçı söylemlerinden cesaret alan sivil toplumdaki faşist gruplar, onlarca yıldır görülmemiş ölçüde yayılmaya başladılar, Trump Beyaz Saray’ında, federal ve eyalet yönetimlerinde ve elbette Cumhuriyetçi Parti’de kendilerine yer bulabildiler.

Ancak faşizm kaçınılmaz değil. Bir yol ayrımındayız ve faşizme kayıp kaymayacağımız kitlesel ve siyasal mücadelelerin önümüzdeki ay ve yıllarda nasıl gelişeceğine bağlı.

*

Elena Loizidou

Londra Üniversitesi, Birkbeck College, Hukuk Okulu’nda Hukuk ve Siyaset Teorisi okutmanı. Judith Butler: Ethics, Law, Politics (Routledge-Glasshouse, 2007) kitabının yazarı ve Disobedience: Concept and Practice (Routledge, 2013) kitabının editörü, feminizm, anarşizm ve hukuk üzerine sayısız makale ve kitap bölümünün yazarı.

Yunanistan (Altın Şafak), Kıbrıs (Ulusal Halk Cephesi), Macaristan (Jobbic) ve Hindistan (Bharatiya Janata Partisi) gibi ülkelerin temsili meclislerinde ultra milliyetçi ve faşist partiler görüyoruz. ABD’de, alternatif sağ hareket ve onun beyaz üstünlükçü ideolojisi Başkan Donald Trump’ın görüşlerinde ifadesini buldu. 12 Kasım 2017’de Polonya’da 60 bine yakın ultra milliyetçi ülkenin bağımsızlık gününde “kardeş milletlerin beyaz Avrupa’sı” sloganı altında yürüyüş düzenledi. Dolayısıyla faşizmin veya onun çağdaş bir versiyonunun küresel olarak güç kazandığı sonucuna varabiliriz.

Yine de, faşist parti ve hareketler yükselişteyken neo-faşist siyasal rejimlerin yaygın şekilde ortaya çıktığına henüz şahit olmuş değiliz. Yani her türlü demokratik çerçevenin askıya alınmasını ve bireysel hakların ilgasını görmedik. Umberto Eco, otoriter faşist rejimlerin on üç özelliğini saymıştı; bireysel hakların yitirilmesi, milliyetçilik, eleştirinin yasaklanması, farklılıkların istismarı [farklılıklardan korkma] üzerinden güç kazanma ve geleneksel değerlere çağrı bunlar arasındadır. Elbette, bu özelliklerden bazıları neo-faşist gruplarda ve ultra milliyetçi partilerde kök salmış durumda ve hatta daha da rahatsız edici biçimde, artan sayıda insanın bu tip düşüncelerin etkisine kapıldığını görüyoruz. Yine de, insanlar ve siyasal sistemler bu gibi gruplara/partilere, ya bunları yasalara tabi tutarak ya da savundukları şeylerin mantıksızlığını teşhir eden tartışmalar üzerinden karşı durabildiği müddetçe, faşizme olan bu ilgilinin gelip geçici bir trend olabileceğini düşünüyorum.

Faşizmin veya toptanlaştırıcı ve gayri-demokratik fikirlerin toplumlarımızdaki yükselişine karşı durabiliriz. Nasıl? Bu noktada, bunu yapmak için, bize iktidarı ve onun vaatlerini arzulatan kendi içimizdeki faşiste karşı uyanık olmamız gerektiği konusunda Foucault gibi düşünüyorum. Bu nedenle, iktidara düşkün siyasal oluşumlara ya da şahsiyetlere yönelik kendi arzularımızı sürekli sorgulamalıyız. Çağdaş batılı demokratik toplumlarda, eleştirel bir tutum sürdürmenin tek yolunun, yalnız ve birlikte düşünmek için zaman ve mekân bulmamızı gerektirdiğini eklemek isterim. Bunun en büyük engelleyicisi kapitalizm. Faşizmin yükselişini durduracaksak, bunun için kapitalizmin ve onun çeşitli kolları olan işletmecilik, verimlilik, kâr vb.nin yiyip bitirdiği zamanımızı geri kazanmamız gerekiyor.




Kaynak: Dünyada çeviri-Serap Şen

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 1149 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Çeviri Haberleri

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI YUKARI