Bugun...



‘Beyazlık’ Vebası ​Richard Seymour

Beyazlık bir ayrıcalık değil vebadır. Bundan görece avantaj sağlayanlar bile – ve görece avantaj siz sınıf merdivenini tırmandıkça büyür, indikçe küçülür – hala kendilerini kandırıyorlar. Amerika’daki beyaz orta sınıf sağın iklim değişikliği hakkındaki konuşmalarını dinleyin, yavaş yavaş altmetnin metnin kendisi haline geldiğini duyarsınız: “Biz varlıklı beyazlar, bundan kurtulabiliriz. Bu bizim için iyi bile olabilir çünkü yoksullar, siyahlar ve Çinliler, Hindistanlılar yani rakipler için kötü

facebook-paylas
Tarih: 26-01-2018 23:18

‘Beyazlık’ Vebası ​Richard Seymour

‘Beyazlık’ Vebası

​Richard Seymour

 

 

Beyazlık bir ayrıcalık değil vebadır. Bundan görece avantaj sağlayanlar bile – ve görece avantaj siz sınıf merdivenini tırmandıkça büyür, indikçe küçülür – hala kendilerini kandırıyorlar. Amerika’daki beyaz orta sınıf sağın iklim değişikliği hakkındaki konuşmalarını dinleyin, yavaş yavaş altmetnin metnin kendisi haline geldiğini duyarsınız: “Biz varlıklı beyazlar, bundan kurtulabiliriz. Bu bizim için iyi bile olabilir çünkü yoksullar, siyahlar ve Çinliler, Hindistanlılar yani rakipler için kötü olacak. Ve Avrupa’yı dondurursa eğer, topuklara kuvvet, ne yapalım.”

“Beyaz olduğunu düşündüğün sürece,” dedi James Baldwin, “sende umut yok.”

The Plague of ‘Whiteness’

 

Richard Seymour

“As long as you think you’re white,” James Baldwin said, “there’s no hope for you.”

And if this seems counterintuitive — as though one might think white people are the only people with hope — he went on to say:

“Insofar as you think you’re white, you’re irrelevant. We can no longer afford that particular, romance.”

 

Ve bu mantığa aykırı geliyorsa eğer – bir tek beyazlarda umut olduğu düşünülebilirmiş gibi – sözlerine şöyle devam etti:

“Beyaz olduğunu düşündüğün sürece konu dışısın. Beyaz olmanın bir numarası yok artık.”

Burada tuhaf ve çetrefilli bir şey var. Garip bir ifade şekli: beyazlık – Baldwin’in inanıyor göründüğü üzere – bir lanet değil, ‘beyaz’ olarak tanımlananların bundan bir şey elde ettikleri bir ayrıcalık olmalıydı.

Ayrıcalıkları, Du Bois’ci bir analizle, işçi sınıfı ‘beyazlarının,’ kendilerine zarar veren bir sisteme olan sadakatini konsolide eden bir dizi maddi etki, görece avantaj olarak tanımlayabiliriz. Ve ayrıcalığın kavram olarak yetersizliğini kabul ederek, onu sous rature olarak değerlendirebiliriz, yani üstü çizilebilecek ama başka alternatifimiz olmadığı sürece de okunabilir kalan.

Ama hele bir duralım. Anlam verme işini aceleye getirmeyelim; göreceğimiz üzere, ayrıcalık kavramı her zaman müttefikimiz değildir.

Sizi geçtiğimiz yıl yaşanan bir olaya götürmek istiyorum. Sıra dışı bir şiddet eylemine girişen Thomas Mair adında bir adama.

Göçmen yanlısı merkez sol bir milletvekili olan Jo Cox’un peşine düştü. Onu bir hançerle göğsünden bıçakladı, kısa namlulu bir silahla başından iki kez ve göğsünden bir kez vurdu ve ardından onu tekrar bıçakladı, defalarca.

Mair’in aşırı güç kullanımındaki şehveti, kurbanını—öyle görünü

Şimdi, ne olup bittiğini biliyormuş gibi yapabiliriz. Burada siyaset söz konusu. Mair apartheid Güney Afrika’sı ve Birleşik Devletler güneyi ile kafayı bozmuş biriydi. Solcuların ve liberallerin beyaz ırka ihanet etmekte olduğuna ve apartheid ve Jim Crow [Jim Crow yasaları: siyahlar ile beyazların “eşit” ama ayrı yaşamasını düzenleyen yasalar, ÇN] örneğinde ise halihazırda ettiklerine dair bir zulüm fantezisinin esiri olmuştu. Irksal ayrıma inanmış biriydi.

Bir bakıma, İngiltere’deki 2011 ayaklanmaları zamanında David Starkey’in “beyazların siyah olduğuna” dair açık endişesine silahların gücünü dahil etti.

Ama ne tür bir cevaptı bu? Bu bir hikâye, bir söylem ama bir anlam ifade etmiyor. Bir vekili öldürmek, birini gaddar bir şekilde katletmek, apartheid’i geri getirmeyecek. Bu bir yana, beyazlık kaybediliyorduysa, kaybedildiğini düşündüğü şey neydi? Beyazlıktan ne kastediyordu? Ve biz ne anlıyoruz?

yor ki—fiziksel olarak imhaya girişirken seçtiği mesafe yakınlığını fark etmemek zor. Bu, imha etmeye çalıştığı şey ile tutkulu bir özdeşleşmeye işaret ediyor: arzuya karşı bir kontratak.

Mahkemede adını “Hainlere ölüm!” olarak vermişti.

 

Şimdi, ne olup bittiğini biliyormuş gibi yapabiliriz. Burada siyaset söz konusu. Mair apartheid Güney Afrika’sı ve Birleşik Devletler güneyi ile kafayı bozmuş biriydi. Solcuların ve liberallerin beyaz ırka ihanet etmekte olduğuna ve apartheid ve Jim Crow [Jim Crow yasaları: siyahlar ile beyazların “eşit” ama ayrı yaşamasını düzenleyen yasalar, ÇN] örneğinde ise halihazırda ettiklerine dair bir zulüm fantezisinin esiri olmuştu. Irksal ayrıma inanmış biriydi.

Bir bakıma, İngiltere’deki 2011 ayaklanmaları zamanında David Starkey’in “beyazların siyah olduğuna” dair açık endişesine silahların gücünü dahil etti.

Ama ne tür bir cevaptı bu? Bu bir hikâye, bir söylem ama bir anlam ifade etmiyor. Bir vekili öldürmek, birini gaddar bir şekilde katletmek, apartheid’i geri getirmeyecek. Bu bir yana, beyazlık kaybediliyorduysa, kaybedildiğini düşündüğü şey neydi? Beyazlıktan ne kastediyordu? Ve biz ne anlıyoruz?

 

Sizi bu yıl Mart ayında yaşanan başka bir şiddet eylemine götürmek istiyorum. Bu kez saldırgan, sonradan Müslüman olup Khalid Masood adını almış olan Adrian Ajao. Hızla giden bir arabayla insanların içine daldı, arabayı çarptı, dışarı süründü ve kolayca öngörülebileceği üzere etkili şekilde vurulup öldürülmeden önce, iki kocaman bıçakla Parlamento Binasına koşarak iki polisi bıçakladı. Baskıcı iktidarın merkezinin karşısına dikileceğini hayal etmiş olabileceği parlamentoya yaklaşma şansı sıfırdı ama buna rağmen dört kişiyi öldürdü, onlarcasını yaraladı; ne için? Ne uğruna? Mahkemede ne isim verecekti hiç bilemeyeceğiz çünkü Mair’in aksine o öldürüldü. Belki başka bir dönme olan Richard Reid gibi o da “Ülkenizin düşmanıyım ve umurumda değil” diyecekti.

Bu katliamla aynı gün, ABD hava kuvvetleri Rakka yakınlarında bir okulu bombalayarak otuz kişiyi öldürdü. Saldırıyı Trump onaylamıştı ama mevcut bürokratik gerekler ve stratejiler doğrultusunda, belirli bir yetki alanı ve emir komuta zinciri dahilinde gerçekleştirildi. Ve savaş ve terör ideolojisi, muhaliflerin şiddeti menfur, hiç sebepsiz ve zerrece ahlaktan yoksunken, emperyalist devletlerin şiddetinin nasıl da mantık, adalet ve insaniyet çerçevesinde olduğunu göstererek, bizi bunun mantıklı olduğuna inandıracaktır. Ve eğer buna inanmıyorsanız, her zaman bir teselli ikramiyeniz var – tüm bu kan gölünden çıkarılacak münasip bir reel politik maddi kazanımın her zaman olduğu inancı. Ve emin olabilirsiniz, birileri bundan daima bir şey çıkarır ama yine de bir türlü mantıklı gelmez.

Beyaz üstünlüğünün ve emperyalizmin yaşamında, mantığın ortadan kalktığı bir nokta daima olur. ABD’nin bombardımanları, insansız hava aracı saldırıları, işgalleri, suikastları vb. daima makul herhangi bir stratejik amacın ötesine geçmiştir. Irak’ın işgali, Khalid Masood’un gerçekleştirdiği katliama epey benzer şekilde, sanki tüm stratejik amaçları boşa çıkarmak üzere tasarlanmış gibidir. Irak devletinin imhası, şehirlerin kirletilmesi, ölüm mangalarının eğitilip operasyona sokulması… Afganistan, halen devam eden, başka savaş ağalarına, aşiret reislerine ve kökten dincilere karşı mobilize olmuş savaş ağalarının, aşiret reislerinin ve köktendincilerin artığı bir devletçik ile, Irak’tan bile yüksek hava bombardımanı rakamlarına ulaşılan bir savaş.

Ve şimdi kendisine İslam Devleti adını takmış bir şeyle, gaddarca ve cafcaflı şekilde kendine-oryantalist, kökten dinci ve faşist tipte bir örgütle, Irak’taki savaşın doğrudan ürünü olan ve Libya ve Suriye’deki otokrasi karşıtı ayaklanmalarının dejenerasyonundan kazançlı çıkan, gazetelerimizin şatafatlı vahşiliklerine Amerikalı sıkılgan orta-Batılı ergenlerin Satanist tarikatları ve Hitler’e tapınmayı büyüleyici bulması gibi yaklaştıkları bir şeyle savaştayız. Ve tahmin edilebileceği gibi, kara harekâtı şöyle ya da böyle kazanılmış durumda olmasına rağmen (New York City’deki bir başka araçlı saldırı ile) bir kez daha farkına varıyoruz ki, kara harekâtı, en karanlık sonu görmek için illa ki zorladığımız, mutasyona uğramış bir muharebenin yalnızca bir aşaması idi.

Bu durumların hepsi ile ilgili çaresizce korkutan, dengesiz ve beyhude bir şey var. Evet, işin içinde stratejik gerekler var; evet, çıkarlar söz konusu; evet, somut siyaset söz konusu; evet, dünya asla tamamen sağduyuya dayanmaz, ancak yine de daha fazla kaosa ve kan gölüne doğru ilerleyişimizdeki – ve bundan ahmakça anlam çıkarmaya devam edişimizdeki – kararlılık, tam da Freud’u bir ölüm içgüdüsü olduğunu varsaymaya iten şey.

Psikanalist Octave Mannoni, mesleğini sömürgeci bakış açısından kurtarma çabalarının henüz erken bir aşamasındayken şöyle yazmıştı:

“Eski sömürgeci öznenin hayaleti, Avrupa’yı hiç terk etmemiş olan beyazlar arasındaki ilişkileri (onlar bunun farkında olmaksızın) belirlemeye devam ediyor.”

Fanon, sömürgeci perspektife ve nevrotik bir sömürgeci durumunun “sosyodiyagnozu” [sosyolojik teşhisi, ÇN] dediği şeye yaptığı vurgu ile, buna pek de şaşırmazdı. Biz de şaşırmamalıyız çünkü iyi bilinen bir gerçek ki İngiliz siyasetindeki göçmen korkusunun (ki Brexit kampanyasının başarısı kesinlikle bu korkuya dayanmaktadır) en güçlü olduğu bölgeler, göçmenlerin en az bulunduğu veya hiç olmadığı yerlerdir. İşlenmemiş bir sömürgeci arzusunun dolaşımda olduğunun göstergesidir bu; küresel beyaz üstünlüğünün hayalde yaratılmış kadir-i mutlaklığı ile kendinden emin olma doygunluğuna duyulan bir arzu. İngiliz İmparatorluğu. Kendi içine ve defansif bir beyaz milliyetçiliğine doğru dönmüş bir arzu.

Ama gerçekten de nevrotik bir durumdan söz edip edemeyeceğimizden halen şüpheliyim. Benzer bir bağlamda anlamlı analizler olduğuna kuşku yok. J. M. Coetzee’nin, apartheid anlayışına, bu anlayışın takıntılı-nevrotik yapısına, pisliğe savaş açarak ölümü defetme girişimine – ve yoksul siyahlar ile beyazlar arasındaki koşulların benzerliğinin beyazların siyahlaşmasına ve yapılandırıcı ırk ilkesinin ayırt edilemez bir kütle yığınına çözülmesine yol açacağı inancına – dair yaptığı Freudyen analiz, pisliğe karşı tuvalet kağıdının dikkatli, el değmeden, düzenli istiflenmesini içeren ritüelimsi savunmalara sahip Thomas Mair’in hikayesi ile ürkütücü paralelliklere sahip.

Ama bunun artık genel olarak geçerli olup olmadığını bilmiyorum. Kalpana Seshadri-Crooks, Fanon’un kendisinin de sık sık üstü kapalı bir şekilde gönderme yaptığı Lacan’cı kategorileri sistematik şekilde uygulayarak Fanon’un çalışmasına yaptığı güncellemede, ‘beyazlık’ dediğimiz şeyin kaynağının bilinçdışı gösterenlerde olduğunu söylemiştir. Bu ne demek?

Şöyle ki, beyazlığın çoğu zaman ne kadar görünmez olduğunu siz de fark edeceksinizdir. Barbara Fields, ırkı yalnızca beyaz olmayan özneler söz konusuysa görmeye eğilimli olduğumuza işaret eder: bu sebeple düşünürler ve siyah düşünürler, kadınlar ve siyah kadınlar vardır.

Beyazlık savunucularının üstünlüğü korumak ve restore etmek üzere agresif bir şekilde ortaya döküldüğü ırksal krizler dışında, beyazlık bir şekilde hem belirleyendir hem de ortada değildir, var-yok bir meseledir. Irk olmayanın, işaretsizin ırkıdır beyazlık. ‘Beyaz’ olmak bir şekilde hem ırkın üretiminde merkezi olarak yer almak hem de gündelik düzeyde birinin beyazlığının onun çıkarları veya eylemleri ile hiçbir ilgisi olmadığına kani olmaktır. Milliyetçiliği yalnızca karşı milliyetçilik olduğunda fark etmemize benzer bir durum bu.

Bunu ifade etmenin bir başka yolu, ‘beyazlık’ göstereninin bilinçdışı olduğunu söylemektir. Ve bu, siyah-beyaz ikiliğinden başlayan ve potansiyel olarak sonsuz permütasyonlara yayılan bir gösterenler birleşimselinin parçasıdır: ırkın n+1’i. Seshadri-Crooks şöyle yazar:

“Irklı olmak Beyazlık gösterenine tabi olmaktır.”

Peki bu gösteren tam olarak ne yapıyor? Bunu kavramak için Lacan’ın insan deneyimini genel hatlarıyla nasıl ayırdığını anlamamız gerekir: hayali, sembolik ve gerçek.

Hayali boyut, muhtemelen ilk kez bebekken aynada yansımanızı görüp anneniz size “o sensin” dediğinde deneyimlediğiniz imgeler düzenidir. Ve bu boyut, oluşturduğunuz tüm özdeşleşmeleri, ebeveynleriniz dahil diğer insanların sizinle ilgili yaptığı tanımlamaları içselleştirme şeklinizi içerir. Hayali bir ego yaratırsınız.

Ama sonra dil ve kültür öğrenmeye başlarız ve kısıtlamalar ve hukuk gelir: bu sembolik düzendir. Bu kısıtlamaları içselleştiririz ve bastırmaya başlarız. Dil alanı gösterenlerin alanıdır ve Lacan kendinize dair sahip olabileceğiniz hayalin, ona atfedilmiş gösterenler tarafından yerinde tutulduğunu ve ona, ayırt edici toplumsal, kültürel ve psişik anlamını, gösterenlerin verdiğini söyler. Dolayısıyla sırf ‘beyaz deri’ denilen şeyin hayalini görüyor olmak anlamsız olacaktır: size kendinizin beyaz bir özne olarak kavranışını ve belleğini veren, buna atfedilmiş bir beyazlık göstereni olmak zorundadır.

Ve sonra da üçüncü olarak, gerçek vardır, insan deneyiminin algısal deneyim öğeleri, dürtüler vb. içerebilecek olan, hayal ve sembolden sıyrılmış, indirgenemez özü. Hepimizin içindeki delilik öğesi budur işte. Michael Eigen’in “psikotik çekirdek” dediği şey. Akıl ve mantık açısından hiçbir sorumluluğu olmayan parçamız. Gerçek esasen bunun etkilerinde, akıl yürütmenin ve hayali özdeşleşmelerin yüzeyini nasıl çarpıttığında tecelli eder. Belki geceleri anlamsız korkular duyarsınız. Belki banyoda bir örümcek görüp havaya zıplarsınız. Belki partneriniz başka birine gülümsediğinde anlaşılmaz ve tamamen mantıksız bir terk edilme korkusu yaşarsınız. Belki hiç anlam veremediğiniz şekilde kendinize zarar veren şeyler yaparsınız. Bu, insan deneyiminin sadece özüdür, hayatın gelgitleridir. Bunları ırk süzgecinden geçirdiğinizde, elbette başka bir şey haline gelirler. Avrupalılar bir zamanlar hiç karşılaşmadıkları siyah insanları hayal etmişseler eğer, insan merak ediyor, şu an kimi hayal ediyorlar acaba? Belki de örümcek korkusunun yerini Müslüman korkusu almıştır. Belki de terörden söz ederken, sözünü ettiğimiz şeylerden biri beyaz terörüdür.

‘Beyazlık’ göstereninin sunduğu şey ne? D. H. Lawrence, Reflections on the Death of a Porcupine’de (Bir Kirpinin Ölümü Üzerine Düşünceler) büyük varoluş zinciri üzerine yazmıştı. Hayatın karahindibada bir eğreltiotundakinden daha canlı olduğunu, bir çalıkuşunda timsahtakinden, bir kedide devekuşundan daha canlı olduğunu… ve “bende benim için at arabasını süren Meksikalıdakinden daha canlı” olduğunu söylemiş ve şöyle devam etmişti: “Varoluş açısından konuşuyoruz: yani, tür, ırk veya cins açısından.” Beyazlığın burada doğa ile, kontrol altındaki esrik karşılaşma anlamında kullanıldığını düşünebilirsiniz. Çünkü beyazlık imkânsız bir tamlık, gerçek olmayan bir varoluş doygunluğu vaat eder. Seshadri-Crooks’un ‘fallik gösteren’ derken kastettiği budur; her şeyi söyleyebilen gösterendir bu. İnsanın beyazlık toplumunda maksimum sefaya erişebileceği fikridir. Şimdi, bu mutlak varoluş fikrinde son derece tekinsiz ve korkutucu bir şey var. Şöyle bir şey sanki: Her şeyiniz varsa, hiçbir şey istemezsiniz; arzu edilecek hiçbir şey kalmamıştır. Hayat korkunç hale gelir. Sadece bu da değil, antropolojik anlamda sınır hukuk olduğu müddetçe, sınırsız olmak her şeyi yapmaya özgür olmaktır: topluma bir temel açısından tamamen imkânsız. Dolayısıyla, bir yerde bir şeylerin yokluğu sağlanmalıdır ve bu, siyahlık göstereni ile sağlanır. Ve bu ikilik içinde, bilinçdışı ırksal fanteziler gizlenir, hukuksuz kadir-i mutlaklığa dair fanteziler, sınır fantezileri, imparatorluk fantezileri, köle sahipliği fantezileri.

Sheldon George, travma ve ırk üzerine psikanalitik çalışmasında, bunun bu gösterenlere maruz kalan Afrikalı Amerikalılar açısından sonuçlarına işaret eder. Köleci güneyde beyazlar, köleler üzerinde neredeyse sınırsız haklara sahipti çünkü sınırın normal işleyişi geçerli değildi. Kölelere bir varoluş fantezisine izinliyse eğer – ve varoluş fantezileri yaşanabilir varoluşun kesinlikle kaçınılmaz bir parçasıdır – bu Kiliseden gelmek zorundaydı. Beyaz adamın gerçekten yapmaya izinli olmadığı tek şey, siyah adama duyulan homoseksüel arzuydu belki de. Vincent Woodard, The Delectable Negro (Leziz Zenci) kitabında, siyah erkek bedenine duyulan bilinçdışı arzunun, beyaz adamın bastırılmış homoerotizminin, baba şiddeti ilişkilerine, vahşi kırbaçlamalara ve hatta yamyamlık olaylarına nasıl kanalize olduğunu yazar. Baldwin bir keresinde köleliğin kaldırılması sonrasında göç yaşanmasaydı, tüm bölgenin, siyah erkeklere yönelik beyaz erkek arzusu temelinde “tamamen homoseksüel bir topluma” dönüşebileceği yorumunu yapmıştı. Ve bu, sömürgeci arzudan kastedilen şeylerden biri ve beyaz insanlar hiç karşılaşmadıkları siyah insanları hayal ettiğinde gerçekleşen şeylerden biri olmalıdır; hem bir yansıtma hem de bir arzu. Veya başka bir şekilde söylersek, hem bir arzu, hem de arzuya karşı bir kontratak.

Ancak bu halen bastırmaya, baba figürlerine ve paternal egemenlere dayalı nevrotik bir yapı alanı dahilinde konuşmak oluyor. Şimdi bu geleneksel, katı baba figürleri düşüşte ve bu çok da iyi bir şey ama bu ilişkiler, paternal hukuka karşı üretken bir alternatifin ortaya çıkışını saptıran ve rezerve eden bir şekilde çözülmeye başladıysa ne olacak? Başka bir deyişle, çözülmelerindeki esas etmen kapitalizm ve onun piyasa-aracılı tatmin yolları ise ne olacak? Sanırım MRA [Men’s Rights Activists – Erkek Hakları Savunucuları, ÇN] topluluğu ve bunların İlkel Baba Trump’a tapması buna verilecek cevabın parçasını oluşturuyor. Freud’un İlkel Baba mitini, tüm kadınlara sınırsız erişimi olan bir erkek ata olduğu; oğullarının da (sanırım MRA’lar buna beta erkekler diyordur), üleştirmeci adalet adına, onu öldürmek ve bugün Ödipalite dediğimiz şeyi, yani şeyleri bölüştürmek ve patriyarkal esasa göre hak dağıtmak şeklindeki babalar hukukunu empoze etmek zorunda kaldıkları fikrini biliyor olabilirsiniz. Dolayısıyla geleneksel babaların ve bunlara dayanan heteronormatif cinsel ilişkilerin düşüşü, Ödipus Krallığı’nda her türden kaosa neden oluyor. Oğlanların erkek olmaya yazgılı, kızların da erkeklerin alınyazısı olduğu fikri yok oluyor. Artık kimin kiminle sikişeceği gerçekten belli değil. Bunun bazılarında yarattığı panik, İlkel Baba mitinin dejenere bir Darwinizm ve bayağılaştırılmış bir evrim psikolojisi ile tekrar canlandırılmasına yol açıyor: donanıma takıverilen “dişi arka beyin” sağ olsun, alfa erkek tekrar üstte ve beta erkek oğullarının elinde porno ve Reddit’ten başka bir şey yok.

Bu bir yönüyle, Lacan’ın hukuka ve sınırlara ipotek konulmasına dayalı olarak psikotik yapı olarak adlandırdığı şeye örnek gösterilebilecek bir durum. Ve psikotik deneyim, deneyime bağlam kazandıracak, ona tutarlılık ve devamlılık sağlayacak bir paternal hukuk olmaksızın, gerçeklik kırıntılarıyla, objelerle, seslerle, sayılar ve Annie Rogers’ın sözleriyle “göz alıcı alfabeler” ile bombardımana tabi tutulan, tahrip edilen, saldırılan bir deneyim olabilir ancak. Bunun spontane ilacı, bir şekilde hepsini toparlayan bir yanılsama yaratmak. Ama bu aldatıcı yapı, özdeşleşmenin, karşıtlığın ve saldırganlığın hayalî düzeni içine sıkışıp kalıyor. Ve dayanılmaz olan her ne ise onun bastırılmasını değil, yansıtılmasını, dışsallaştırılmasını içeriyor, böylece dışarıdan saldırıya uğramak, yok edilmekle tehdit edilmek şeklinde deneyimleniyor. Bu bakımdan Fanon’un sömürgeci ideolojisi ve pratiğindeki yansıtmaya ve ahlaki ayırmaya dair çalışması halihazırda bir psikotik çekirdeği anıştırmaktadır. Ve belki de, bir yönüyle, hepimizdeki psikotik çekirdek özgürleştirilmektedir. Ki bu da, eğer doğruysa, sembolik düzenin arabulucu yapılarını zayıflatarak toplumsal çatışma olasılığını ciddi şekilde yükseltecek ve bizi esasen kendi yansımalarına, kendi yok oluş korkusuna (ve düşkünlüğüne), kendi umutsuz yanılsama arayışına, ona bir miktar anlamlı olma duygusu verecek bir yanılsama veya yanılsamaya sahip bir usta arayışına yanıt olan bir saldırganlıkla baş başa bırakacaktır.

Bir an için bile olsun, kendimizi psikozun genelleştirilmesine dayanan bir panik içinde örgütlememiz ve onu yaftalamaya başlamamız gerektiğini ima etmiyorum. Söylediğim gibi, bu, deneyimin evrensel bir boyutu. Dahası, Rogers’ın bize gösterdiği gibi, acı kaynağı olmasına rağmen, psikotik deneyimde üretken olabilecek çok da şey var. Çoktan oraya varmış olduğumuzu da söylemiyorum. Bu bir eğilimler, potansiyeller, yönler meselesi.

Sömürgeciliğin hayaletlerine geri dönersek, Ellis Sharp’ın 1991’de yazdığı, eski sömürge tebaasının göz önünden gitmeyen kömürleşmiş bedenlerinin, ahlaken kayıtsız, mesafeli İngiliz halkında mide bulantısına sebep olduğu, Dead Iraqis (Ölü Iraklılar) adlı bir kısa öyküsü vardır – bu arada ahlaki kayıtsızlığa ve mesafeli olmaya biz metanet, soğukkanlılık, Blitz ruhu [Nazi Almanya’sının hava saldırısı sırasında İngiltere’deki “dayanma ruhu,” ÇN] diyoruz. Bu, gerçeküstücülerin depayssement dediği, bir şeyin dolambaçlı yoldan giderek olağan bağlamının dışında belirmesinin klasik bir örneğidir. Bu ölü Iraklılar patlamaya başlasa ne olurdu? Daha açık söylersek, Birleşik Krallık’ta biri, ırksal olarak ezilmiş, kötü muamele görmüş, alternatif bir siyasi araçtan ve özdeşleşmeden yoksun biri, ölü bir beden ile özdeşleşse ne olurdu? İslam’ın ırksal olarak zulmedilen, gözetlemeye tabi tutulan, cezalandırılan, şeytanlaştırılan yeni siyah olduğu bir çağda, kendi yanılsamalarını arıyordular ve bunu da şehadet fikrinde buldular ise? Bu dengesiz durumda bunun olması, birçoğu sonradan İslam’ı seçmiş veya en azından geleneksel İslam ile tamamen muğlak bir ilişkiye sahip bir avuç insana bakar. Belirli beyazlık formları yok oluş olasılığı üzerinden şahlanıyor, karşı-beyazlık olarak adlandırılabilecek şeyin belirli biçimleri de kesinlikle öyle. Ve bu ikisi, kesinlikle denk olmasalar da, mütekabiller. Bu ilkenin yapılandırıcı olduğu nükleer bir dünyada, yok oluş çok gerçek bir olasılık.

İçine hapsolduğumuz bu spiral, doğruyu söylemek gerekirse birçok ölüm spiralinden bir tanesi. Gezegeni kurtarma ve iklim değişikliğini önleme vazifemizi anmak bir klişe ve bir takva. Çok geç kaldığımız ortada. Her şey bize değişikliğin geri çevrilemez olduğunu gösteriyor. Biyokütle tükenişlerinin, karbon konsantrasyonunun, okyanus asitlenmesinin işaretleri… kendimizi gıda zincirinin çöktüğü ve oksijenin kaynaklarının tükendiği bir gezegene doğru sürüklemekten bahsediyoruz. Paris Anlaşması ABD fosil yakıt endüstrisi tarafından onaylandı ama kesinlikle bunun önüne geçmeyecek. Bilinmez sebeplerle, gezegen kabaca 26 milyon yılda bir kitlesel soy tükenişleri yaşıyor. Genel kanı bu; çoğunlukla atmosferin karbonlaşmasına ve yaşam sistemlerinde ani değişimler yaşanmasına bağlansa da nedenini bilmiyoruz. İnsanlar var olmaya devam ediyor çünkü, tuhaf bir şansla, atamız olan türlerden biri gezegenin oksijen bakımından çok düşük seviyeler yaşadığı bir çağı atlattı ve dinozorlar tarafından bile yenmeyecek kadar gececiydi. Burada olmamız gerekiyor diye bir şey yok. Bir sonraki soy tükenişini – gerçekten de yaşanmaya başladı bile – hızlandırmaya ve bu kez kurtulmamaya kararlı gibiyiz. Ve kapitalizmi, ırkı ve kadir-i mutlaklık, doğa dediğimiz her şeye (ki beyaz üstünlüğü açısından beyaz olmayan tüm insanları da içerir doğa) mutlak egemenlik fantezilerini konuşmuyorsak eğer, bizi tür ölümüne mahkum eden siyasi dinamikleri konuşabileceğimizi sanmıyorum.

Bu şeylerden anlam çıkarma konusunda acele edersek, bunu yapmak için ırk gösterenlerine bilinçsizce dayanıyor oluruz. Beyazlığın kasıtsız yardımıyla, şeylerin, bu dehşet verici, kaotik küresel sistemin bağlantısızlıklarını ve saçmalıklarını örten sahte anlamlar ifade etmesine neden oluyoruz demektir. Ve bu bizi aslında dehşete düşürmesi gereken bir statüko ile bir şekilde uzlaştırır.

Beyazlık bir ayrıcalık değil vebadır. Bundan görece avantaj sağlayanlar bile – ve görece avantaj siz sınıf merdivenini tırmandıkça büyür, indikçe küçülür – hala kendilerini kandırıyorlar. Amerika’daki beyaz orta sınıf sağın iklim değişikliği hakkındaki konuşmalarını dinleyin, yavaş yavaş altmetnin metnin kendisi haline geldiğini duyarsınız: “Biz varlıklı beyazlar, bundan kurtulabiliriz. Bu bizim için iyi bile olabilir çünkü yoksullar, siyahlar ve Çinliler, Hindistanlılar yani rakipler için kötü olacak. Ve Avrupa’yı dondurursa eğer, topuklara kuvvet, ne yapalım.” Bu delilik. İklim sistemleri böyle çalışmaz; ırksal metafiziğin sınırlarına veya ulusal sınırlara göre hareket etmezler. Bunu yalnızca insan olanlar yapar ve bu yüzden mutlak yıkıma doğru dört nala gidiyoruz.

Ağır sonuçlara dair uyarmak adına, netleştirmek isterim ki sosyal çatışmaya veya militanlığa karşı değilim. Bu durumda militanlara ihtiyacımız var. Çarpışmaya hazır insanlara ihtiyacımız var. Dönmelere ihtiyacımız var. Parodi anlamında bile olsa dinin dilini kullanmayı takmıyorum doğrusu. Çünkü bilmek istiyorum, birinin bilinçdışı ırkçılığı konusunda daha nazik olmaya değil, bunu daha iyi idare etmeye, daha medeni olmak için üzerinde düşünmeye nasıl ikna edileceğini. Elbette burjuva medeniliğinden daha beter şeyler var. Ama korkarım ki en nihayetinde güçlendirdiği şey taparcasına bağlılıklar. Fazla tekanlamlı, fazla mutlak, fazla farksızlaştırılmış, çelişkilerine yeterince özen gösterilmeyen bir ‘beyazlık’ nosyonunu benimsememiz halinde, biz de böyle yapmış olacağız. Burada ‘beyazlık’ deyimini kullanmak bile özünde bir taviz aslında, en yüksek formel soyutlama seviyesinde konuşmak için yapılmış bir taviz. O soyutlama seviyesinin ötesinde, bir ayrıcalık veya bir hususiyet olarak beyazlığa dayanan bir siyaset inşasına yönelik girişimler, en iyi ihtimalle somut analizi ihmal etmek; en kötü ihtimalle ise bu gösterene ve onun belirtilerine bağlılığı artırmaktır.

Modern anlamda kimlik (özdeşlik) nekrolojiktir. Bizi tarihin tortusu ile—ırk, sınıf, ulus, bir öznitelikler listesi ile—çiğneyip geçen bir ölüm ilanıdır. Bir şekilde hem tek hem de ait olmakla ilgilidir; benzersiz olarak kim olduğumuz ve atalarımız dolayısıyla kimler gibi olduğumuz. Ait olma zorunluluğu duyarız ve en kötü cezalardan biri, toplumdan aforoz edilmektir (çocukken yüzü duvara dönük, köşede bekleme cezası deneyimi ile başlar). Ancak grup deneyimine dair talepler de baskıcı olabilir. Bizden çok fazla şey ister. Uyumlu olmakla dalga geçilir ama çıkıntı olmak da dalga konusudur. Ana dilimiz bizi çeker ve iter. Biz kimliklerimiz konusunda kararsızızdır ve onlar bizimle ilgili kararsızdırlar. Bizi azarlarlar ama bizi tükürürler de. Ve idolleştirme, belirli bir kimliğe tapınma, bu kararsız ilişkiyi bastırmanın bir yoludur. Çelişkileri çürütmemiz, ırka dair iddiaları zorla açmamız gerekir, onun bize kendi adına yaptırdığı iştir bu. Kendimizi beyazlık göstereninden ve onun örgütlenmesine yardımcı olduğu siyasi fantezilerden ve imgesellerden kurtarmamız gerekiyor.

İnsanları kendi saflarımıza katıyor, radikal bir dönüşümle karşı saftan kazanıyor olmalıyız. Ve hiç tereddütsüz buna sosyalizm diyeceğim. İnsanları dönüştürmek iyi bir başlangıç noktası çünkü biriyle onun hem kendisini hem de dünyayı değiştirme arzusunun seviyesinden konuşmak demek. Biri ilk radikalleştiğinde, baştan ayağa her parçasıyla, kendisinin bile bilmediği şekillerde değişiyordur zaten. Ve onlara söyleyebileceğiniz şey, James Baldwin’in yaptığı gibi, şudur: Kendi vicdanın olabilir. Irkçılık karşıtı kendi duruşun olabilir. Kendi radikalizmin olabilir. Her konuda dilediğin kadar politik doğrucu olabilirsin. Ama sana şunu söyleyeyim, dostum, beyaz olduğunu düşündüğün sürece sende umut yok. Sen kayıp bir ruhsun.

‘Beyazlığınız’ sizin müttefikiniz, ayrıcalığınız, size olanaklar sağlayan bir şey değil bir vebadır ve beyaz olduğunuzu düşündüğünüz sürece sizin için ümit yok.

Ama Samuel Kitabında şöyle yazar, dut ağaçlarının tepesinde yürüyüş sesi duyduğunda hareketin başladığını bileceksin. Hazırlan. Filist Ordusu ile savaşmak üzeresin.

Kaynak: salvage.zone

Çeviren: Serap Şen

 



Kaynak: Dünyada çeviri-Serap Şen

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 1227 defa okunmuştur.


Etiketler : ​Richard Seymou

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Çeviri Haberleri

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI YUKARI