Bugun...



AKP, Faşizm ve Demokratik Devrim üzerine notlar (2) / Mehmet Süreyya

Milletten sayılmayanlar Yaşlı’nın ifade ettiklerinden çok daha geniş kesimleri ve çok daha fazla talebi kapsıyor. Bunların gerisinde de Yaşlı’nın dile getirdiğinden daha kapsamlı bir sosyoloji yatıyor. Sol yazında bu kesimlerin bir kısmı burjuvazinin/ emperyalizmin B-planı, yedek gücü vb olarak değer buluyorlar ve AKP ile eşdüzeyde karşıya alınıyorlar.

facebook-paylas
Güncelleme: 22-05-2018 15:06:57 Tarih: 22-05-2018 13:46

AKP, Faşizm ve Demokratik Devrim üzerine notlar (2) / Mehmet Süreyya

AKP, Faşizm ve Demokratik Devrim üzerine notlar (2)

Mehmet Süreyya

Milletten sayılmayanlar Yaşlı’nın ifade ettiklerinden çok daha geniş kesimleri ve çok daha fazla talebi kapsıyor. Bunların gerisinde de Yaşlı’nın dile getirdiğinden daha kapsamlı bir sosyoloji yatıyor. Sol yazında bu kesimlerin bir kısmı burjuvazinin/ emperyalizmin B-planı, yedek gücü vb olarak değer buluyorlar ve AKP ile eşdüzeyde karşıya alınıyorlar. Solun TÜSİAD’a geleneksel tepkisi, Gül ve Karar çevresinin daha düne kadar AKP politikalarının ortağı olmaları bunda önemli rol oynuyor. Bu durum bu kesimlerle ilişkinin nasıl düzenleneceğini ciddi bir politik (ve stratejik) sorun olarak karşımıza çıkarmaktadır

Anti-faşist mücadelenin sosyolojik dayanağı

 

 

Anti-faşist mücadele nedense çoğu zaman “zulme karşı direnmeye” indirgenir. Etik-ahlaki bakımdan yüksek bir erdemi ifade etse de bu, problemli bir yaklaşımdır. Herhangi bir pozitif hedef içermediği gibi mücadelenin dayandığı sosyolojik zemini de gözden kaçırır: Kim, niye bu mücadeleye katılacak ya da destek verecektir? Mücadelenin dinamikleri nasıl bir sosyolojiden kaynaklanacaktır?

Ancak gerideki bu sosyoloji ortaya çıkarıldığında nasıl bir zeminde yüründüğü ortaya çıkar; avantajlar ve dezavantajlar, imkan ve problemler görünür hale gelir; hedef ve taktikleri maddi bir temelde belirleme imkanı kazanılır.

Fatih Yaşlı, 5 Temmuz 2017 tarihli Birgün’de çıkan “Milletten sayılmayanlar ve Yürüyüşün Sosyolojisi” başlıklı yazısında tam da bunlara ışık tutacak belirlemeler ortaya atıyor:

Artık gayet iyi bilindiği üzere, Türkiye toplumu bizzat iktidar eliyle tam ortasından ikiye ayrılmış durumda. Bir tarafta “milletten olanlar” ve bir tarafta olmayanlar var. Sünni-Müslüman, Türk, heteroseksüel, erkek ve iktidar partisine oy verenler millet dairesinin içinde yer alıyorlar, kadınlar ve diğer etnik gruplar ise eğer iktidara oy veriyorlarsa, bu dairenin kıyısında, “millet”e iliştirilmiş bir şekilde kendilerine bir yer bulabiliyorlar.

Millete dâhil edil(e)meyenler… ise (…) Cumhuriyetçiler, sosyalistler, Aleviler, eşcinseller, muhalif Kürtler, Kadınlar (büyük harfle Kadınlar)…

Sosyal aktörlerin siyasal tercihlerini onların ekonomideki yerlerinden (“sınıfsal konumlarından”) türetmek hakim bir bakış açısıdır. Yaşlı yazısında bu yönteme başvurmuyor, kimin muhalif olduğunu dışlamalarıyla bizzat iktidarın/rejimin belirlediğini, toplumun siyasal bakımdan bölünmesinin gerisinde iktidarın bir rejim inşası içinde olmasının ve bu süreçte kimi kesimleri siyasal süreçlerin dışına atmasının yattığını söylüyor:

Eğer Türkiye’de yaşanan süreci bir rejim inşası süreci olarak okursak, bu aynı zamanda “rejim yanlıları” ve “rejim karşıtları” şeklindeki bir ikili ayrıma tekabül ediyor: Rejim yanlısı isen millettensin ve millettensen rejim yanlısısın, rejim karşıtı isen milletten sayılmıyorsun ve milletten değilsen rejim karşıtısın.

(Bunlar), iktidar nezdinde potansiyel terörist, vatan haini, işbirlikçi, dış güçlerin maşası, üst aklın uzantısı olma niteliği taşıyor, iktidar ve ideolojik aygıtları tarafından mütemadiyen bu ithamlarla karşı karşıya geliyor, bunun üzerinden kriminalize ediliyor, siyasal alanın dışına itilmeye, bastırılmaya, susturulmaya çalışılıyor.

Yaşlı’nın çizdiği çerçeve anti-faşist mücadelenin dayandığı sosyolojik zemini, (hangi sosyal kesimlere dayanıp kimleri karşıya alacağını, dayandığı kesimleri harekete geçirebilmek için ne tür işlevleri yerine getirmesi gerektiği vb) anlamaya elverişli bir zemin sunuyor. Adalet Yürüyüşü’nün bu sosyolojiyi tam olarak yansıttığını söyleyen Yaşlı çıkardığı sonucu da şöyle özetliyor:

Eğer iktidar bir millet inşa ediyor, kendine uygun bir kolektif kimlik yaratıyorsa, bize düşen de bir yurttaşlık kimliği inşa etmek, bir halk-olma pratiğini hayata geçirmektir.

Toplumsal bölünmeyi rejimin yarattığı tezi, değişik bir mantığa dayanması itibariyle, siyaseti ve siyasetin dayandığı sosyolojiyi anlamaya farklı bir açılım sunuyor. Yaşlı, her ne kadar bu tezi geliştirmede tutuk kalsa da gerisinde muazzam aydınlık yatan bir kapıyı aralıyor. Kapı sonuna kadar açıldığında önümüzün çok aydınlanacağı görülecektir. Bu kapıyı daha da aralamaya çalışacağız.

Düzen ve toplumsal bölünme

Her zaman yeni bir hegemonik blok ortaya çıkarmasa da, eski hegemonik güçlerin yerlerini yeni bir hegemonik blokun alması büyük toplumsal kriz ortamlarında gerçekleşir. Bunların “organik kriz” olarak isimlendirilmeleri, krizin tek bir alanla sınırlı kalmayıp toplumun bütününe sirayet etmesi, toplumun bütün eklem yerlerinde kopmalar yaşamasındandır. Organik kriz ortamlarının özelliği bütünselliğin yok olması, toplumun unsurlarına ayrıldığı bir durumun ortaya çıkmasıdır. Organik krizler krizden etkilenen kesimlerin -ki en alttan en üste bütün toplumsal sınıfları etkiler- sadece tekil taleplerini yakıcı hale getirmez; kaosun, belirsizliğin sona ermesi, toplumda bir düzenin ve öngörülebilirliğin olması da kendi başına acil, yakıcı bir talep olarak ortaya çıkar. Ortalığa bir düzenin gelmesi, radikal kaos ortamlarının en başat talebidir. Bununla birlikte, ortalığa bir düzenin gelmesi herkesin ortak talebi olsa da, insanların bu düzenden ne anladıkları, beklentileri -hangi somut taleplerine çözüm istedikleri- son derece farklılık gösterir. Eski hegemonik blok böylesi bir belirsizliğin de müsebbibi olarak algılanır, insanlar bütün somut talepleriyle birlikte ortalığa bir düzenin gelmesi umutlarını da yeni bir güce yüklerler. Yeni aktör kendini bu beklentilerin gerçekleşme umudu haline getirebildiğinde onun önderliğinde yeni bir hegemonik blok/güç ortaya çıkar.

Ne var ki, kurduğu düzen belli bir işleyiş mantığına dayandığından bu beklentilerin bir kısmı karşılıksız kalacaktır. Zira hâkim kılınan düzen, mantığını bu beklentilerin bir kısmını dışlayacak şekilde belirler. Ernesto Laclau toplumsal bölünmeyi, kurulan düzen’in her zaman “belli bir düzen” olması özelliğine dayandırır. Genel olarak bir düzen olması gerektiği beklentisi ile inşa edilen düzenin belli bir düzen olması arasında bir mesafe ortaya çıkar. Düzenin kendini tanımlaması aynı zamanda kendine sınır çizmesidir. Dolayısıyla bu “belli düzen” kimilerini dışarda bırakır. Bunlar düzenin dışına düşerler. Jacque Ranciere’in sözleriyle ifade edecek olursak, “düzenin mantığının işleyişi toplumda olup da ondan sayılmayan kesimler” ortaya çıkarır. Bunlar, yani düzenin yer vermediği, düzende yer bulamayan kesimler toplumun dışını –Yaşlı’nın ifadesiyle, “milletten sayılmayanlar”ı-oluştururlar. Bunların inşa edilen “belli düzene” karşı olmaları için sebepleri ellerindedir. Her düzen kendi mezar kazıcılarını bu şekilde bizzat kendisi yaratır. Öyleyse, düzene karşı mücadelenin sosyolojik tabanını düzenin dışladığı, “toplumdan (milletten) saymadığı” kesimler oluşturur. Yaşlı dolaylı da olsa bize bunları anlatıyor.

Ne var ki Yaşlı düzenin dışına düşmüş kesimlerin sadece bir kısmını dikkate alıyor. Dikkatli bir “düzen incelemesi” toplumdan sayılmayanların çok daha geniş kesimleri içerdiğini ortaya koyacaktır. Ve bunların içinde sosyalistler olarak bizlerin hiç hazzetmediği kesimler de bulunur. Siyasetteki beceri ve maharet, yan yana bile gelemeyeceğimiz bu kesimleri nasıl olup da “düzen”e -Erdoğan’a ve AKP iktidarına- karşı aynı zeminde hareket eder duruma sokabileceğimizde düğümlenir.

Erdoğan’ın düzeni

AKP’nin birinci ve ikinci iktidar dönemlerini birbirinden ayırmak gerekir. Yaşlı’nın tasvir ettiği bölünme ağırlıkla 2010 sonrası ikinci AKP dönemiyle ilgilidir. Birinci iktidar döneminde AKP’nin “müslüman demokrat” kimliği ön plandadır. Şüphesiz bu dönemde de “belli bir düzen” ve bunun toplumun dışına attığı kesimler vardır. Gezi gibi muazzam kitlesel bir başkaldırının gerisinde de bu dışlamalar yatar. Ama faşizm tartışmaları Erdoğan’ın tek adamlığının inşa edildiği ikinci iktidar dönemi ile ilgilidir.

Birinci iktidar dönemi AKP’nin yeni hegemon güç olarak oraya çıkış dönemidir. 2002’deki seçim başarısının gerisinde meşhur “Anayasa kitapçığının fırlatılması” ile tetiklenen derin organik kriz yatar. Kriz bütün eski siyasal aktörleri sahneden temizlemiş, AKP’yi iktidar yapmıştır. Bu da, kendisine has mantığını -kendi düzenini- hükümet ve devlet işleyişine hakim kılmaya çalışmıştır.

Başlangıçta en çok “askeri vesayetle” uğraştılar. Bunun karşısına seçimlerde ifadesini bulan halk iradesi, seçime dayalı meşruiyetle çıktılar. Bunları cumhuriyetin Kemalist vesayetine karşı farklı bir düzen mücadelesi olarak görmek gerekir. Askerlere karşı ilave bir koruma zırhı yaratma amacıyla Avrupa Birliği’ne üyelik sürecini başlatmaları geniş toplum kesimleri tarafından hem demokratikleşme hem de ekonomik büyüme, iş bulma, hayat standardının yükselmesi taleplerinin gerçekleşme ufku/umudu olarak algılandı. Nüfusun hemen tamamını sağlık sigortası kapsamına almaları, belediyeler üzerinden inayet şeklinde gerçekleşse de bir genel sosyal yardım sistemi kurmaları sonucunda geniş kesimlerin desteğini arkalarına aldılar, toplumun yeni hegemonik gücü haline geldiler. Muhalefet kayboldu. En çok da kendileri ihtiyaç duydukları için 2010’a kadar ülkede 1960’larla kıyaslanabilecek bir demokrasi atmosferi hakim oldu.

Birçok kesim AKP’nin Hıristiyan demokrat partilere benzer bir parti haline geleceğini düşünürken, önce Gezi sonra da 17/25 Aralık parti ve tabanında derin bir krize yol açtı. Özellikle Gezi’de çoğu parti eliti bundan sonra ne olacağını oluşmuş/oturmuş teammüllere bırakma eğilimi içine girmişken Erdoğan muhalefeti bastırma yolunu tercih etti. Bu adımıyla bir bakıma iktidarı bırakma niyetinin hiç olmadığı da ortaya çıktı. Bize faşizm tartışmaları yaptırtan da bundan sonraki gelişmelerdir.

Gezi sonrası devlet yetkilerini hızla kendi elinde toplaması sivil darbe olarak görüldü ve tarihteki dede-torun Napolyon’lara benzetildi. Bonapartizm tartışması buradan çıktı. Parti ve parlementoyu ikinci plana itip kitlesel mitinglere yönelmesi “plebisiter diktatörlük” teriminin ortaya atılmasına yol açtı. Bu tartışmaların şanssızlığı dede-torun Napolyonların Türkiye’de pek tanınmamasıdır, sokaktaki insana bir şeyler anlatma şansı azdır. Atıf yapılan Marks’ın “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” kitabının sol çevrelerde bile tanındığını söylemek kolay değildir. “Tek Adam Diktatörlüğü” de o zamandan kalma bir terimdir. 17/25 Aralık’tan sonra, Gülencilere yönelik sert tasfiyeler başladığında, kimileri bunu Hitler’in “Uzun Bıçaklılar Gecesi”ne benzetti (Cengiz Çandar). Aralarındaki gerilim arttığında, Hitler partinin sol kanadını bir gece baskınıyla kanlı şekilde tasfiye etmişti. Erdoğan’ın bunun hemen peşinden Gezicilere de aynı sertlikle yönelmesi faşizm tartışmalarını başlattı. Kemalistler, ulusalcılar ve hatta kimi sosyalist kesimler ise daha 2002’yi Şeriatçılığın zaferi olarak görüyorlardı. Bunlar 1. AKP döneminde de “milletten sayılmayanlar”dılar. Gezi’ye de yoğun şekilde katıldılar. Yeni dönemi isimlendirmeler böyle ortaya çıktı.

İkinci AKP iktidarı dönemi Erdoğan’ın bütün devlet yetkilerini ele aldığı, giderek her şeyi tek başına belirlediği bir rejim inşası dönemidir. Başkanlık sistemi girişimleri başladığında bu sefer “Seçilmiş Sultanlık” terimi durumu tasvir için kullanıma girdi. Eski yol arkadaşlarının neredeyse hepsini tasfiye ederken eskisiyle alakası olmayan yeni bir lider partisi de yarattı. Ancak bu gelişmeleri sırf iktidarı kullanma biçiminde bir değişiklik olarak görmek, ya da sırf diktatörlüğe, baskı ve zulmün artmasına indirgemek yüzeysel bir değerlendirme olacaktır. Bunlar toplumun dokusunu, toplumsal işleyişin karakterini de değiştiren gelişmelerdir. Bu değişimin öncesi ile sonrasında toplumun karakterinin iki bakımdan köklü değişikliğe uğratıldığı görülmektedir. İlk olarak egemenliğin bir bütün olarak halka ait olduğu prensibi yerine “hakim cemaatin egemenliği” prensibi ikame edilmeye çalışılmaktatır. İkinci olarak da kişilere bağımlılığın olmadığı, eşit ve özgür vatandaşlık yerine en tepesinde Erdoğan’ın bulunduğu hiyerarşik bir vasallık-adamlık zinciri yeni toplum yapısı olarak hakim kılınmaya çalışılmaktadır. Bunları sırasıyla ele alalım.

Halk egemenliği yerine çoğunluk cemaatin egemenliği

Erdoğan’ın inşa ettiği siyasal rejimin mantığını siyasal İslam’ın iki önemli ideologu Ali Bulaç ve fetvacı hoca Hayrettin Karaman’da açık şekilde okuyabiliyoruz. Her ne kadar şu an birisi içerde (yeni tahliye oldu) diğeri dışarda ise de düşüncelerini ortak bir zeminden türetirler. Nasıl ki bir liberal için toplum bireylerden, bir Maksist için sınıflardan oluşuyorsa, bir siyasal İslamcı için de toplum cemaatlerden oluşur. Her ne kadar Ali Bulaç bunları dini cemaatlerle sınırlı tutmasa da toplumun cemaatlerden oluştuğu fikri her iki ideologun paylaştığı ve siyasal düşüncelerini türettikleri ortak zemindir.

90’lı yıllarda ortaya attığı ve kendisini meşhur eden “Medine Vesikası” tezinde Ali Bulaç batı demokrasilerinin çoğunluğun tahakkümüne dayandığını, yüzde 1 bile olsa azınlığın hakkının yok edilmemesi gerektiğini söylüyor ve peygamberin Medine’de diğer dini cemaatlerle yaptığı “Sözleşme”nin azınlığın haklarının korunması konusunda mükemmel bir paradigma sunduğunu ileri sürüyordu. Bu sözleşme toplumun bütününe tek bir hukuku dayatmıyor, aksine her bir cemaatin kendi hukukuna göre yaşayacağını öngörüyordu. Böylece kişi ait olduğu cemaat içinde sadece kendi inandığı ve kendine uygun gördüğü prensiplere tabi olarak yaşayacaktı. Kişinin inanmadığı, yabancı bir kurala tabi şekilde yaşamasının zemini de böylece ortadan kalkmış oluyordu. Bu çok hukuklu bir toplum anlamına geliyordu. Sadece savunma vb gibi son derece sınırlı ortak çıkarları yerine getirmek üzere cemaatler arası bir genel şura olacak, ama bunun da cemaatlerin iç işlerine müdahale yetkisi bulunmayacaktı. Bulaç bu şekilde batı demokrasilerinin çözemediği çoğunluk kararına tabi olma zorunluluğunu kökten çözdüğünü düşünüyordu. Zira, her isteyen herhangi bir prensip etrafında (dini, ahlaki, etnik vb) bir cemaat oluşturma hakkına sahip olacak, hiç kimse inançlarının emrettiği gibi yaşamaktan alıkonamayacaktı. Kimseye belli bir cemaat hayatı ve hukuku dayatılmayacak, kişi hangi cemaatte yaşamak istiyorsa bunu özgürce seçecekti.

Bulaç’ın öğretisinde sadece tek bir nokta problemli duruyordu. Kişi cemaatini özgürce seçecekti, ama bu seçimi bir kez yaptıktan sonra cemaatin hukukuna mutlak anlamda tabi olmak zorundaydı. Bulaç, “Medine Vesikası”nda ne bireyden ne de bireyin özgürlüğünden tek kelime söz eder. Aksine insan aklının eksiklik ve yanılmayla malul olduğunu söyler. Oysa Allah tamlığı (eksiksizliği) ve yanılmazlığı temsil eder. Dolayısıyla Kuran’ın-Tanrının vazettiği ilkelere göre yaşamak mükemmellik içinde yaşamak anlamına gelir. Özetle, Bulaç cemaate tam itaat derken aslında Kuran’ın vazettiği toplum düzenine tam itaati anlatır. Bununla birlikte, Kuran’ın değişmez toplum hükümlerini değişen zaman şartları içinde sürekli yorumlamak gerekir. Bulaç “içtihat kapısının” (Kuran’ın yorumlanmasının) açılmasından yanadır. Bu yetkinin tek bir kişiye değil, bir şuraya ait olmasını önerir. Ancak bu şura cemaat üyelerinin tümüne açık olmayıp, sadece dini öğreti konusundaki ehil insanlarla sınırlı olmalıdır. Zira, Kuran’ı yorumlayabilecek birikime sadece bunlar sahiptir. Kuran’ı yorumlama, yani cemaat hayatını düzenleme yetkisi ehil azınlığın tekelinde olmalıdır. Böylece, Bulaç kişiye cemaat seçme özgürlügüyle bahsettiği kendi hayatını yaşama hak ve özgürlüğünü cemaat içi hayatta yasaklıyordu. Birey cemaate aidiyetini ilan ettiği andan itibaren onun prensiplerine mutlak anlamda tabi olacaktı.

Bulaç böyle çok hukuklu bir toplumda iktidar hırsının, iktidar olmanın da anlamını yitireceğini, bunun da yıpratıcı iktidar mücadelelerini (politik mücadeleleri) ortadan kaldıracağını ileri sürüyordu. Bu nedenle siyasal İslam’ı sivil bir proje olarak öneriyor, amacın ve yöntemlerin sivil hayatta İslam’ı yaymakla sınırlı olması, iktidar üzerinden İslami dayatmayı içermemesi gerektiğini söylüyordu. Milli Görüş’ün değil de Gülen Cemaati’nin gazetelerinde yazmasının gerisinde de büyük ihtimal Gülen Cemaati’ni sivil bir proje olarak görmesi yatıyordu. Gülen Cemaati’nin iktidar hırsı ortaya çıktıktan sonra kandırıldığını düşünmesi son derece anlaşılır bir şeydir. Bulaç’ın iktidar arzusu içinde biri olduğunu söylemek zordur.

Bulaç henüz cemaat içi hiyerarşinin ortaya çıkmadığı İslam’ın başlangıç dönemini temel alan bir bakış geliştiriken, Hayrettin Karaman, gene toplumun cemaatlerden oluştuğu tezi temelinde hiyerarşik bir toplum öğretisi geliştirir. Medine Vesikası, İslam’ın zayıf olduğu döneme ait bir taktik manevradır. Dikkati esas olarak İslam’ın dünya imparatorlukları kurduğu dönemlere çevirmek gerekir. Ve bu dönemlere baktığımızda da bir imam etrafında (cemaat lideri, halife ve devlet başkanı) iç disiplini sıkı bir toplum yapısı görürüz. İmam cemaati bir şuraya danışarak yönetse de bu onunla eşit göz hizasında olmayan ehillerden oluşan bir meclistir. İmamın imamlığı (liderliği) esastır. Bulaç’ta olduğu gibi Karaman’a göre de kişi kendi cemaatinde cemaat hukukuna tam itaat içinde olmalıdır. Karaman, Bulaç’tan farklı olarak, Cemaat değiştirmeye toleranslı değildir. Bu münafıklıktır. Karaman insan aklının yanılabilirliğini, Allahın ise yanılmazlığını Bulaç’tan çok daha keskin vurgular ve Kuran hükümlerine tam itaat bekler. Toplum yönetimi ve cemaatler arası ilişki ise Karaman’ı Bulaç’tan kesin şekilde ayırır. Karaman’a göre, toplumdaki en büyük dini cemaat ortak hayatın kurallarını da belirlemelidir. Bulaç’ın, işlevi “gece bekçiliğiyle” sınırlı devletine Karaman’da rastlanmaz. Bu anlamda cemaatlerin eşitliği de sözkonusu değildir. Azınlık cemaatlere iç işlerinde kendi hukuklarını uygulama hakkı tanınsa da bunlar ancak hakim cemaati rahatsız etmeyecek marjinal (toplumun kıyısında) hayat alanlarına sahip olabilirler. Görünür ‘aleni alan’ (kamu alanı) hâkim cemaatin yaşam tarzına uygun şekilde düzenlenmelidir. En çarpıcı örneğini hâkim cemaatin herhangi bir üyesinin şortla minibüse binen bir kadını “müslüman bir ülkede böyle bir şey yapamayacağı” gerekçesiyle tekmelemesinde/tekmeleyebilmesinde (böyle bir yetkiyi kendisinde görebilmesinde, bunun meşru bir tepki olarak değerlendirilebilmesinde) gördüğümüz bu kamusal düzen anlayışının geri planında Karaman’ın açığa vurduğu bu düşünce ve inanç yatar. Erdoğan Gezi döneminde meydanlarda “kızlı erkekli” bir araya gelenleri topa tutarken de aynı ideolojik geri plandan hareket ediyordu. Karaman’daki tek eksiklik iktidar ilişkilerinin nasıl düzenleneceğine ilişkin açık bir model geliştirmemesidir. Kendisini ilahiyatçılıkla sınırlı tutup müslümanlara henüz çoğunluğu sağlayamadığı koşullarda diğer inanç gruplarına “tahammül etmelerini” tavsiye eder. Çoğunluğu sağlandığında ise Kuran’la uyuşmayan şeyler yok edilmeyecek ama marjinal alanlara kovulacaktır.

Erdoğan’ın tek adam rejimini inşa ederken siyasal İslam’ın toplumun cemaatlerden oluştuğu düşüncesine/inancına dayandığı, bundan büyük destek sağladığı açıktır. Ancak Erdoğan, Karaman’ın tarif ettiği çerçevenin ötesine geçer. Seçime eskisinden farklı bir işlev yükleyerek çok cemaatlı bir toplumda nasıl olup da çoğunluk cemaatin toplumun bütününü belirleyeceğine ilişkin bir siyasal model geliştirir. Bu modelin en karakteristik özelliğini seçime verilen işlev oluşturur. Seçimin işlevi eskisinden farklıdır. Eski sistemde eşit vatandaşlar siyasal tercihlerini ortaya koymak üzere seçime katılırlardı. Çoğunluk oya sahip olan parti geçici bir süre için ama halkın bütünü adına yürütme erkini üstlenir, farklı tercihleri yansıtan diğer partiler de yasama organında gene eşit muhataplar olarak hem yürütmenin denetlenmesi hem de yasaların çıkarılması işlerine katılırlardı. Vatandaşlardan yürütmeyi elinde bulunduran güce/partiye itaat beklenmez, şu veya bu ölçüde bağımsız bir sivil toplum alanı (bireylerin sivil hem hayatlarını kendileri olarak düzenledikleri hem de birbirleriyle özgür iletişime ve örgütlenmelere girdikleri alan) herkes için muhafaza edilirdi. Erdoğan’ın yeni sisteminde ise böyle bir işleyiş sözkonusu değildir. Kamu işlerini düzenlemek toplumun en büyük (kalabalık) cemaatinin kendi başına kotaracağı bir iştir. Seçimin işlevi ise sadece hangi cemaatin en büyük olduğunu ortaya çıkarmaktan ibarettir. Bu ortaya çıktıktan sonra en kalabalık cemaat yasama, yürütme ve yargı işlevlerinin hepsini kendi içinde kapalı bir meclis olarak yerine getirecektir. Bugün parlementonun işlevsizleştirildiği, her şeyi AKP’nin kendi başına belirlediği ifadeleri bunu anlatır. Bu, eski modelden köklü bir kopuştur ve Erdoğan’ın ikinci AKP dönemi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Bunun Sünni cemaat için biçilmiş bir model olduğuna kuşku yoktur. Erdoğan’ın rejimi böyle bir işleyiş mantığını hakim kılmaya çalışır..

 

 

Bu modelde hem toplumun cemaatlerden oluştuğu düşüncesi muhafaza edilir, hem de çoğunluk cemaatin kamusal işleyişi -yasama, yürütme ve yargı- tek başına belirlemesine seçim üzerinden meşruiyet kazandırılır. Yasama da yürütme de hatta yargı da artık temsil ettiği cemaat adına AKP’nin, hatta danışmanlarından müteşekkil şurası ile Erdoğan’ın yetkisine devredilmiştir. Sistemin işleyişi muhtevasını da açığa vurur: Yasalar kamuya açık tartışmaların yapıldığı parlementoda değil, sarayda pişirilir; yürütme işini Erdoğan danışman şurasıyla halleder, hükümet çoğu zaman sonradan haberdar olur. Yargı da aynı şekilde Saray’dan idare edilir. Erdoğan sadece yürütme ve yasamada temel başvuru figürü olmakla kalmaz, aynı zamanda ülkenin en yüksek hakimi de olmuştur. Kimin başına ne geleceğini ilk Erdoğan’dan öğreniriz. Mahkemelerin işlevi ise sadece “gereğini yerine getirmekle” sınırlıdır.

Bu durum, eşit vatandaşlığa dayalı Halk Egemenliği prensibinin yerine çoğunluğu oluşturan cemaatin egemenliği prensibinin geçirilmesinden başka bir şey değildir. Bu düşüncenin esin kaynağını Osmanlının “Milletler Sistemi” oluşturur. Erdoğan’ın Yeni-Osmanlıcılığının, Osmanlı nostaljisinin gerisinde böylu işleyiş tarzı yatar. Bu, Cumhuriyetin halk egemenliği, eşit vatandaşlık, kamu işlerinin aleniliği (herkese açıklığı) ilkelerinin ortadan kaldırılması, Osmanlı türü eski çok uluslu imparatorlukların idare prensiplerinin hortlatılmasıdır. Erdoğan’ın Yeni-Osmanlıcılığı bir “Geri-Feodalleşme”, bir “Osmanlı restorasyonu”dur

‘Reis’in adamları’: Yeni vasallık ve tımar sistemi

Erdoğan’ın yeni rejimi siyasal alanla sınırlı bir değişiklikten ibaret değildir. Yeni Osmanlıcılık aynı zamanda eşit ve özgür vatandaşlık ilişkisinin yerine kişiye bağımlılığın esas olduğu hiyerarşik bir toplumsal ilişkiler sistminin ikamesi anlamına gelmektedir.

Ünlü avukat Turgut Kazan geçenlerde “Hiç kimsenin güvencesi yok” diye haykırıyordu. Kazan her ne kadar hukuki güvence yokluğunu ifade ediyorsa da bu güvence yokluğunun kapitalist mülkiyet kavramını da kapsadığını eklemek gerekir. Yeni rejimde feodal mülkiyet kavramının modern bir vehçe ile geri getirildiğini görüyoruz. Sosyalistlerin kapitalist mülkiyet kavramına ve onun kutsallığına soğuklukları muhtemelen konuya eğilmelerinin önündeki en büyük engeldir. Ancak feodal mülkiyetin geri dönüşünü yakından incelediğimizde anti-faşist mücadelenin sosyolojik tabanı kendisini bize farklı bir açıdan daha gösterir. Bizim dışımızdaki kesimlerin mücadele dinamiklerini görebilmek bakımından bu inceleme ufkumuzu genişletecektir.

Kapitalist mülkiyet kavramı antik dönemin mülkiyet anlayışının yeniden diriltilmesidir. Temel karakteristiğini sahibi olunan şey üzerindeki koşulsuz tasarruf hakkı oluşturur. Batı Roma’nın yıkılışıyla birlikte Avrupa’da feodalite denilen yeni bir toplumsal ilişki sistemi ortaya çıktığında, bu koşulsuz tasarruf hakkı da yerini siyasal karakterli bir mülkiyet anlayışına terketmişti. Kapitalizmi ortaya çıkaran en önemli gelişmelerin başında feodal siyasal mülkiyetten tekrar koşulsuz mülkiyete geçiş gelir. Bu nedenle kapitalist dönemin en önemli prensiplerinin başında “mülkiyetin kutsallığı ve dokunulmazlığı” yer alır. Tanzimattan bu yana Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde de kimse mülkiyetin bu kutsallığını ve dokunulmazlığını sorgulamaya kalkmamıştır. Ta ki Erdoğan’a kadar. Bunun ilk açık uygulamalarını darbe girişimi sonrasında Gülen Cemaati üyelerinin fabrikalarından evlerine kadar bütün mal varlıklarına el konması ile yaşadık. Gülen Cemaati’ne tepki çok fazla olduğundan kimse olayın ciddiyetini de fark etmedi. Bu uygulama şu an normal bir işleyiş kuralı haline gelmiş durumda. İktidar gerekli gördüğünde bir bahane ile istediği kişinin malına mülküne el koyabiliyor, başına kayyum atayabiliyor ve bunu daha sonra istediği başka birine devrettirebiliyor. Ve kayyumlara mülkün içini boşaltırcasına yüksek ücretler ödeniyor. Kayyumluk böylece zenginliğin siyasal yollardan dağıtımını içeren yeni bir sistem ortaya çıkarıyor. Ve iktidar kayyumluğu kendi adamlarına “timar” gibi dağıtıyor.

Erdoğan’ın kendisine biat ve itaat istediğini, “Reis’in adamı” olmanın yeni sistemde çok önemli bir anlam taşıdığını biliyoruz. Fakat, “Erdoğan’ın adamı olma”nın çok önemli, ama pek farkında olmadığımız bir başka boyutu daha bulunuyor. “Reis’in Adamı” olmak inşa edilen yeni sistemde zenginlik dağılımının en başat parametresini oluşturuyor. Eski sistemle farkını ortaya koymak istersek, Erdoğan sisteminde zenginlik “Reis’in adamı olma” prensibi temelinde “kapitalist olmayan” bir yoldan dağıtılıyor. Kapitalist serbest piyasada zenginliğin dağılımının temel parametreleri liyakat, verimlilik vb’dir. Siyaset, siyasal ilişkiler, “adamı olmak” vb bu süreçte herhangi bir rol oynamaz, oynasa bile bu rol marjinal önemdedir veya prensip ihlali anlamina gelir. Erdoğan sisteminde ise “adamı olmak” zenginliğin dağılımının esas prensibi haline getirilmektedir. Ve bu işleyiş bize feodal timar sistemini hatırlatır. Eski timar sisteminin modern bir versiyonla hortlatılmasıdır. Ve bu kayyumlukla sınırlı da değildir. Bütün devlet ihaleleri, yüksek maaşlı makamlar, hatta piyasa imkanları siyasal güç kullanılarak sadece kendi adamlarına dağıtılmakta, Reis’in adamı olmayanlar sadece marjinal imkanlarla yetinmek zorunda kalmaktadırlar. Zenginlikten pay almak bütün vatandaşlara açık bir eşit imkân (liyakat temelinde fırsat eşitliği) olmaktan çıkmakta, “Reis’in adamı” olmakla elde edilen bir imtiyaza dönüştürülmektedir.

Marc Bloch vasallık ve tımarı feodal topluma karakterini veren iki temel unsur olarak tarif ediyor. Feodalitede, ona göre, “herkes bir başkasının adamıdır” (vasallık). Ama herkes doğrudan ya da dolaylı kralın adamıdır. Kral (ya da aristokrat) doğrudan vasallarını kendi malikanesinde barındırır, yemelerini, içmelerini, giysilerini, at ve silahlarını temin eder vb. Eşleri çocukları varsa onlar da kralın (aristokratın) mahiyetine dahildir ve malikanenin başka işlerine bakarlar. Bunların hepsi kralın ya da aristokratın ailesinden sayılırlar. Tarihçiler bu dönemde kimi malikanelerde 500 kişiye ulaşan ailelerden bahsediyorlar. Bu şekilde kralın adamı olan vasal da karşılığında her koşulda krala sadık kalacağını, güvenliğini sağlayacağını, ona koşulsuz askerlik hizmeti vereceğini taahhüt eder. Bu karşılıklı (ama hiyerarşik) bir bağımlılıktır ve feodal sözleşme olarak geçer. Eşit ve özgür vatandaşlık ilişkisi değildir. Devlete, millete veya ortak varlığa değil kişiye bağlılık esastır. Bloch daha sonraları malikanede yaşamayan kişilerle de -ki bunlar yerel asillerdir- vasallık ilişkisi kurulduğunu söylüyor. Kral bunların geçimi için kendi mülkü sayılan ülke topraklarından büyük parçaları bütün idari, altyapı ve yargı yükümlülükleri ile birlikte bunlara devreder (tımar sistemi). Bunlar da işleyemedikleri toprakları gene aynı koşullarda daha alt vasallara, onlar da aynı kişisel bağlılık koşuluyla daha da alt vasallara devrederler vb. Böylece her vasalın aynı zamanda bir timar sahibi ve en yukardan en aşağıya toplumda herkesin bir başkasının adamı olduğu hiyerarşik bir kişisel bağımlılık sistemi ortaya çıkmıştır. Feodal toplumun istikrarının gerisinde bu hiyerarşik vasallık ve timar sistemi yatar. Toplumda herkes en tepesinden en altına kadar “birinin adamıdır”. Daha sonraları ticaret yaygınlaştığında, krallar, belli ülkelerle ticareti, belli malların üretimini veya ticaretini de feodal timar sisteminin terimleriyle düşünmüşler ve bunları da adamlarına imtiyaz olarak dağıtmışlar ya da daha sonraları herşey iyice paraya döküldüğünde en çok parayı verene satmışlardır. Hem İngiliz hem de Fransız devriminde bu imtiyazlara duyulan öfke önemli rol oynamıştır. Bu imtiyazlar kapitalist mülkiyet gibi mutlak bir tasarruf hakkını içermezler, kralın iradesine bağlıdırlar. El değiştirmeleri ya da geri alınmaları da siyasal kararlarla olur. Feodal mülkiyet ticaretin geliştiği dönemde de siyasal mülkiyet olarak varlığını sürdürmüştür.

Erdoğan’a biat basit bir “Reis ve adamları” değildir, modern vasallık ve timar sisteminin temelidir. Ve bu zenginlik kapısı “Reis’in adamı” olmayanlara kapalı olup sadece biat/itaat karşılığı açılmaktadır. Bunun örnekleri de çoktur.

Milletten sayılmayanlar ve anti-faşist mücadele

Rejim değişikliğinin bu kapsamlı etkileri gözönüne alındığında milletten sayılmayanların Fatih Yaşlı’nın saydığı “Cumhuriyetçiler, sosyalistler, Aleviler, eşcinseller, muhalif Kürtler, Kadınlar”dan çok daha geniş kesimleri kapsadığını kolaylıkla görebiliyoruz. Erdoğan’ın cemaat-biat-vasallık-timar ilişkisine dayalı yeni rejiminin karşısında her şeyden önce “Cumhuriyetçi, laik, aydınlanmacı”  hassasiyetlere sahip olanların durduğuna kuşku yoktur. Bunlar toplum düzeninin eşit-özgür vatandaşlık, kanun hakimiyeti, kanun önünde eşitlik, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü temelinde sağlanmasını talep etmekte, ama her şeyden önce vatandaş dokunulmazlığı istemektedirler.

Ancak, zenginliğin timar olarak adamlarına (vasallara, biat edenlere) dağıtılması, hem mal hem de iş-meslek piyasalarının “serbestliğinin” ortadan kaldırılması hem çalışanları hem de işletme sahibi/girişimci geniş toplum kesimlerinde piyasaların siyasetten arındırılması, mülkiyetin dokunulmazlığı, piyasalarda fırsat eşitliği, iş ve toplumsal-mesleki kariyer alanında liyakatın temel kriter olması gibi talepleri yakıcı temel talebler haline getirmiştir. Rejimin uygulamalarının Tekelci Burjuvazi de dahil piyasa aktörlerinin çoğunu “milletten sayılmayanların” arasına attığını ve bu kesimlerde derin tepkilere neden olduğunu görüyoruz. Karar gazetesi ve Abdullah Gül çevresine baktığımızda uygulamaların bizzat AKP bloku içinde de ciddi kırılmalara yol açtığına şahit oluyoruz. Bunlar AKP’den (henüz) tam kopmasalar bile ne yeni rejimi ne de Erdoğan’ın uygulamalarını tasvip etmediklerini açık açık dile getiriyorlar. Bu saydıklarımızın önemli bir kısmının 16 Nisan refarandumunda Hayır oyu kullandığını tahmin etmek de zor değil. Özetle, milletten sayılmayanlar Yaşlı’nın ifade ettiklerinden çok daha geniş kesimleri ve çok daha fazla talebi kapsıyor. Bunların gerisinde de Yaşlı’nın dile getirdiğinden daha kapsamlı bir sosyoloji yatıyor. Sol yazında bu kesimlerin bir kısmı burjuvazinin/ emperyalizmin B-planı, yedek gücü vb olarak değer buluyorlar ve AKP ile eşdüzeyde karşıya alınıyorlar. Solun TÜSİAD’a geleneksel tepkisi, Gül ve Karar çevresinin daha düne kadar AKP politikalarının ortağı olmaları bunda önemli rol oynuyor. Bu durum bu kesimlerle ilişkinin nasıl düzenleneceğini ciddi bir politik (ve stratejik) sorun olarak karşımıza çıkarmaktadır.

Politikanın belirlendiği üç düzey ve yeniden “Demokratik Devrim”

Hele Hayır cephesinin Erdoğan’ı yıkacak yüzde 50 üstü oy potansiyeline ancak bunlarla birlikte ulaşabildiği hesaba katıldığında sorunun ciddiliği daha da öne çıkıyor. Erdoğan rejiminin kısa veya orta vadede yıkılabileceği umudu ancak bunlar da katıldığında ufukta belirebiliyor. Bu da politikayı alışık olmadığımız bir boyutta yeniden düşünmemizi zorunlu kılıyor. Eğer bu kesimleri defterden silmek hele karşıya almak Erdoğan’ın değirmenine şu taşımak olacaksa bunlarla ilişki nasıl bir zeminde ayarlanabilir?

Bu bizi politikayı aynı anda 3 farklı düzeyde birlikte düşünmeye zorluyor.

İlk düzeyde “Biz” bulunuyor, sosyalistler ya da komünistler olarak “Biz”. Biz kimiz, ne istiyoruz! Yakın zamanlara kadar komünist olmanın bir tanımı vardı: Üretim araçlarını devlet mülkiyeti şeklinde kollektifleştirerek kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmak, böylece üretici güçlerin özgürce gelişiminin -ki bu sürekli zenginleşme anlamına geliyordu- önünü açmak ve zenginliği emek temelinde eşit dağıtmak. Üretim araçlarının kollektifleştirilmesinin diğer sosyal ve kültürel eşitsizlikleri de ortadan kaldıracağına inanılıyordu. Fakat sosyalist blokun yıkılışıyla bu uygulamanın emekçileri değil bürokrasiyi ve siyasal elitleri egemen yaptığı ve sadece kapitalist sömürünün yerini bürokratik-siyasal bir sömürü mekanizmasına bıraktığı ortaya çıktığında, eldeki tek genel kabul görmüş komünizm tanımı da buhar oldu. Hala rahatça “biz sosyalistiz, komünistiz” desek de komünizmin ne olduğu konusunda elimizde bir tanım bulunmuyor. Kaldı ki çevre sorunları kapitalizmin sömürü dışında başka devasa problem boyutlarının da olduğunu ortaya çıkardı. Artık üretici güçlerin özgürce gelişmesini savunmak da kolay görünmüyor. Özetle, siyasal sorunlarımızın en başında “Biz kimiz” sorusu duruyor. Sosyalizm, komünizmin nedir? Kendimizi neyle, nasıl tanımlıyoruz? Kimlik konusundaki bu boşluk nedeniyledir ki fiiliyatta sosyalist, komünist olmaktan çok aktivist konumundayız. Yani, sadece protesto eden ve her şeyi protesto eden kişiler durumundayız.  Belirgin pozitif bir hedef ortaya koyamıyoruz. Tabi, bu ifadem hiçbir hedefin olmadığı anlamına gelmiyor; ne var ki tanımlayıcı bir pozitif hedefimiz mevcut değil.

İkinci olarak, yakınımızda duranlarla olan ilişkimizi ayarlama sorunu bulunuyor. Tanımlayıcı hedefimiz eksik olsa da aktivist olarak birçok şeyin mücadelesi içindeyiz ve bu uğraş içinde birçok aktörle yan yana duruyoruz. Bu durumlar doğru olarak ittifak problemi çerçevesinde ele alınıyor. Örneğin ÖDP başkanı Alper Taş geçenlerde çıktığı televizyon programlarında yerel seçimlerdeki politikalarını tarif ederken birçok şehir ve ilçede aktif üyelerinin bulunduğunu, ama bunu oya yansıtamadıklarını söylüyordu. CHP’nin bu bölgelerde geniş oy tabanına hitap edebildiğini, ancak kendi kadrolarının katkısı olmadan yerel seçimleri kazanmalarının mümkün olmadığını anlatıyor ve bir ittifakın genel olarak Hayır Cephesinin başarısı için elzem olduğunu söylüyordu. Taş’ın bu değerlendirmeleri doğru da bulunsa yanlış da bulunsa siyasetin elzem bir düzeyine ilişkin tartışmalardır. Problemli olan, kimilerinin bu tür ittifakları anti-faşist mücadelenin sonucunu tayin edecek düzey olarak ele almalarıdır. Oysa, bu düzeyde sadece hedeflerimizin, çıkarlarımızın şu veya bu ölçüde çakıştığı kesimlerle birlikte davranılabilir. Erdoğan rejimini yıkmak veya genel anlamda anti-faşist mücadelenin başarısı ise yukarda ortaya koymaya çalıştığımız gibi ittifak yapabileceklerimizin ötesine taşan daha geniş kesimleri de içermektedir. Bunlarla ilişki de 3. düzeyde belirlenir. Bu düzeyde aynı fikirlerde olmadığımız, çıkarlarımızın, hedeflerimizin çeliştiği bir dizi güç ve kesimle aynı zeminde bulunuruz. Sosyalistler bu düzeydeki siyasal aktörlerden sadece birini teşkil ederler.

Faşizm ve Rejim konusunda sonucu milletten sayılanlarla milletten sayılmayanlar arasındaki güç dengesi belirleyecektir. Bu nedenle, iktidarın dışladığı her bir kesimin ne yaptığı başarı açısından hayati önemdedir. Birçok devrim bu nokta kaale alınmadığı için başarısızlığa uğramış, muhalifler iktidarla olduğu kadar birbirleriyle de savaşmışlardır. Eski rejim muhaliflerinden bir kısmını yanına çekebildiğinde başkaldırıları da ezebilmiştir. Bugünkü durum da iktidarın böylesi hamlelerine son derece açıktır. Örneğin sosyalistlerin TÜSİAD ve büyük kapitalistle, bir Kürt ulusalcısının Meral Akşener’le, bir Türk ulusalcısının PKK sempatizanlarıyla bir araya gelebileceklerini düşünmek kolay değildir. Oysa Gezi, Adalet Yürüyüşü bu kesimler bir biçimde yan yana durabildikleri için gerçekleşebilmiştir. Yüzde 50 civarındaki Hayır Cephesi böylesi çatışmalı, çelişkili heterojen bir topluluktur. Erdoğan rejimini başarısızlığa uğratmak bu heterojen topluluğun Erdoğan karşıtı zeminde bir arada tutulabilmesi ve her birinin katkısıyla ulaşılabilecek bir hedeftir. Önümüzdeki seçimler bunun bir sınaması olacaktır.

Bu nasıl başarılabilir?

Temel Konsensüs, Toplum Sözleşmesi, Toplumsal Uzlaşma ya da Toplumsal Mutabakat bu zemini ifade için ortaya atılmış terimlerdir. Fakat bu tür bir isimlendirmeler tarafların aralarında anlaşarak uzlaşma yarattıkları yollu bir ima yaratırlar. Oysa dünya siyaset tarihinde bu tür uzlaşmalar nadir ortaya çıkarlar; örnekleri azdır. Çoğu durumda böyle bir uzlaşma söz konusu değildir. Bu nedenle uzlaşma, konsensüs vb yerine “zemini muhafaza” terimi daha isabetli olur. “Zemini muhafaza” bir yanıyla milletten sayılmayanların Erdoğan karşısında ortak muhalif duruşlarını muhafaza anlamına gelir. Mücadelenin başarısı açısından bu hayati önemdedir. Ama bununla sınırlı kalındığında sadece bir şeye (Erdoğan rejimine) karşı olduğumuzu söylemiş, sadece zeminimizin ne olmadığını ortaya koymuş oluruz. Bu duruş zemine yönelik hiçbir pozitif belirleme içermez. Sadece ne olmadığımızı söylemiş oluruz, ne olduğumuz konusunda hiçbir şey söylemiş olmayız. Kimi çevreler seçim politikalarını sırf Erdoğan’a ve saray rejimine “Hayır” olarak belirlerken aynı eksikliği sergiliyorlar. Oysa, bu “Hayırcılar”ın kendi aralarındaki ilişkiyi hangi prensipler/parametreler temelinde ayarlayacaklarının belli olması gerekir. Zira ancak bu gerçekleştiğinde Erdoğan rejiminin karşında ne tür bir alternatif ilişki sistemini savunduğumuz ortaya çıkar.

Yaşlı yazısının sonunda;

Eğer iktidar bir millet inşa ediyor, kendine uygun bir kolektif kimlik yaratıyorsa, bize düşen de bir yurttaşlık kimliği inşa etmek, bir halk-olma pratiğini hayata geçirmektir

diyordu. Gerçekten de, Erdoğan’ın baskı-diktatörlük- cemaat-vasallık-timar ekseninde tanımladığı “milletine” karşı eşit ve özgür vatandaşlık-demokrasi- laiklik-güçler ayrılığı-yargı bağımsızlığı- insan hak ve özgürlükleri-kişisel alanın dokunulmazlığı temelinde alternatif bir halk olma pratiğini hayata geçirmek gerekir. Erdoğan’ın Yeni-Osmalıcılığının ve yarattığı sonuçların alternatifi bu parametrelerle tanımlanan bir toplumsal işleyiş olabilir.

Ancak Yaşlı, bu ifadelerin peşine eklediği “soyut adalet talebini sınıfsal eşitlik talebiyle ve sömürü düzeniyle mücadeleyle ilişkilendirebildiğimiz ölçüde bu inşa ve pratik geçerli olacaktır” cümlesiyle konuyu “zemin muhafazası”ndan daha dar bir sosyolojiye hapsediyor. Oysa, Erdoğan’a karşı zeminde kapitalistlerin hatta Tekelci Kapitalistlerin de bulunduğunu, hatta Erdoğan’ı yıkmanın ancak bunların da katkısı ile başarılabileceğini yukarda göstermeye çalıştım. Yaşlı bu ifadesiyle adeta yazısının başında açtığı geniş zemini yazısının sonunda geri kapatmaktadır. Sosyalistlerden sömürüye kayıtsız kalmaları süphesiz beklenemez. Ancak farklı hatta uzlaşamadığımız sınıfların siyasal dinamikleriyle ilişkimizi nasıl ayarlamamız gerektiği konusunda Mahir Çayan’ın bir değerlendirmesini tekrar tekrar okumanın ve üzerine çokça düşünmenin sonsuz faydası olacağı kanaatindeyim. Kesintisiz 1’den bu paragrafı bütün uzunluğuyla aktarıyorum:

Bununla beraber bu devrim (19. Yüzyılda Almanya devrimi –MS), sosyalist bir devrim olmayacaktı, “cumhuriyetçi ve sosyal” bir devrim olacaktı. Feodal ve mahalli aristokrasi devrilecek, herkese oy hakkı tanınacak, köylüler serf durumundan kurtarılacak, özgür vatandaş durumuna getirilecek, ve de burjuva demokrasisi derinleştirilecekti. Fakat özel mülkiyet, kapitalist sömürü ve sınıflararası çatışma devam edecekti. Ancak özel mülkiyetin yanında kamu mülkiyeti de, proletaryanın yönetime katılması ölçüsünde yer alacaktı. Yani proletarya ekonominin ve üretimin düzenlenmesinde söz sahibi olacaktı. Devletin sınıfsal niteliği ise karma olacaktı. İktidar, işçilerin, köylülerin ve radikal küçük-burjuvazinin ortak iktidarı olacaktı. Böylece “sosyalist demokrasiye” doğru yeni bir hamlenin şartları yaratılmış olacaktı.

Erdoğan rejimi kişiye bağımlılık temelinde hiyerarşik bir toplumsal yapı restore ederek “Demokratik Devrimi” -demokrasi kuracak devrimi- yeniden temel ihtiyaç, yakıcı bir talep haline getirmiş bulunuyor. Unutulmaya yüz tutmuş bu kavramı yeniden dolaşıma sokmamız doğru olacaktır. Ortaya koymaya çalıştığımız zemin “Demokratik Devrim” zeminidir. Bizim dışımızdaki (uzlaşamayacağımız) kesimlerin “devrimci” -en azından muhalif- dinamiklerinden yararlanma zorunluluğunun ortaya çıkardığı bir zemindir. Mahir Çayan da bunu aynen bu kelimelerle ifade eder. Ama bu aynı zamanda bu kesimlerle “meşru” ilişkilerimizin nasıl olacağının da belirlendiği zemindir. Siyasal söylemlerimiz ne kadar keskin olursa olsun sadece bu zemini doğru düzenleyebilenler tarihe yaptıkları devrimle –köklü demokratik değişimlerle- geçeceklerdir. Cemil Meriç’in bir sözünü hatırlamakta fayda var:

“Havarisini yaratamayan İsa’nın yeri tımarhanedir, tarih değil.”




Kaynak: Sendika.org

Editör: yeniden ATILIM

Bu haber 799 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER Basından yazılar Haberleri

YAZARLAR
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
SON YORUMLANANLAR
  • HABERLER
  • VİDEOLAR

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
YUKARI YUKARI